Deniz Postası

Güvenlik Boyutuyla Montrö Sözleşmesi ve Savaş Gemilerinin Geçiş Rejimi Konferans Notları – Ali Kurumahmut – Mart 2022

GÜVENLİK BOYUTUYLA MONTRÖ SÖZLEŞMESİ VE SAVAŞ GEMİLERİNİN GEÇİŞ REJİMİ KONFERANS NOTLARI[1]

Ali KURUMAHMUT

Danıştay Emekli Üyesi

 Montrö Sözleşmesi’ni ulusal ve uluslararası kamuoyunun gündeminde tutan önemli gelişmeler ve olaylardan son ikisinin;

  • Devam etmekte olan Rusya-Ukrayna savaşı ve
  • Kanal İstanbul Projesi’nin,

Montrö’yü tartışma zemininde tutmaya devam edeceği anlaşılmaktadır. Montrö’yü anlamaya ve anlatmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu öncelikle ifade etmek isterim.

Takdimime, 22 Haziran 1936 Pazartesi günü başlayan Montrö Boğazlar Konferansı’nda Deniz Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Türk Delegasyonunda yer alan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Altıncı Cumhurbaşkanı Merhum Oramiral Fahri Korutürk’ün sözleri ile başlamak istiyorum.

Osmanlı Devleti’nin ve onun denizcilik gücünün zayıflamasına paralel olarak ya başlı başına veya Orta Doğu’daki gelişmelere bağlı olarak bir Boğazlar meselesi, bir Karadeniz-Akdeniz hâkimiyet meselesi, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Fakat değişmeyen gerçek şudur ki; Boğazlara sahip olan Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgesel ve küresel silahlı anlaşmazlıkların sonucu üzerine etkisi daima büyük olmuştur.

(…)

Savaş süresince (II. Dünya Savaşı) Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni sadakatla koruyarak uygulamak suretiyle silahlı çarpışmaları bu bölgeden uzak tutabilmiş ve savaşanlara, sonuna kadar Boğazlara sahip olmanın değerini hissettirmiştir[2].

Konferansın birinci oturumunda söz alan temsilci heyetleri başkanlarından Romanya Dışişleri Bakanı N. Titulesco; açık denize tek çıkış olanaklarının Karadeniz ve Boğazlar yoluyla olduğunu belirttikten sonra, Boğazlar’ı Türkiye’nin yüreği Romanya’nın ciğeri olarak ifade etmiştir. Dağılan SSCB Dışişleri Halk Komiseri Maxime Litvinoff ise Boğazlar için; SSCB’yi yalnız dış dünyaya bağlayan değil, aynı zamanda ülkenin çeşitli parçalarını da birbirlerine bağlayan bir can damarı niteliğinde olduğunu söylemiştir[3].

Türk Boğazları, Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin yanında Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz havzası devletlerinin de tek deniz giriş-çıkış kapısıdır. Bu stratejik kapının maliki ve egemen gücü Türkiye’dir. Türk Boğazları’nın güvenliği; Türkiye’nin yanı sıra Karadeniz’e kıyıdaş diğer devletler ve dünya deniz ulaştırması için önem arz etmektedir.

Amacı “Boğazlar’dan geçişi ve gemilerin ulaşımını, Lozan Barış Andlaşması’nın 23’üncü maddesiyle tespit edilen prensibi, Türkiye’nin güvenliği ve Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin güvenliği çerçevesinde koruyacak biçimde düzenlemek” olarak belirlenmiş olan Sözleşme; Türk Boğazları Bölgesinde Türkiye’nin güvenliğine hizmet ederken, Karadeniz’de de öncelikle Türkiye’nin güvenliğine hizmet etmektedir. Kıyıdaş devletlerle yapılan andlaşmalarla Karadeniz’in yaklaşık yarısı Türkiye’nin karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye’nin deniz egemenlik ve deniz yetki alanları olarak, güncel ve medyatik ifadesi ile MAVİ VATAN olarak tescil edilmiştir.

Ana hatlarıyla tanıtmak ve çok kısa olarak özetlemek istersek, Türk Boğazları ve Karadeniz’in hukuki ve siyasi statüsünü düzenleyen Montrö Sözleşmesi;

  • 20 Temmuz 1936’da imzalanmış ve 9 Kasım 1936’da yürürlüğe girmiştir[4].
  • Başlangıç yürürlük süresi 20 yıl olarak belirlenmiş olup bu süre 9 Kasım 1956’da sona ermiştir.
  • Lozan Barış Andlaşması’ndan sonra Türkiye’nin en önemli ikinci siyasal belgesi olarak kabul edilmektedir.
  • Yüzyılın önemli siyasal andlaşmalarından biri, bir istikrar ve denge belgesidir.
  • Yürürlükten kaldırılmasını ve değiştirilmesini düzenleyen şekil şartları çok müsait olmasına rağmen, 9 Kasım 1956’dan günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan Türkiye’nin gözetiminde yürürlükte kalabilmiştir.
  • Fesih sürecine açık bir sözleşme olan Montrö’nün fesih prosedürünün işletilmesi ve yeni bir sözleşme yapılamaması durumunda; Sözleşme’nin 1’inci maddesinde teyit ve kabul edilen Boğazlarda denizden geçiş ve ulaşım serbestisi prensibinin sonsuz bir süresi olacağı, Sözleşme’nin 28’inci maddesinin 2’inci fıkrası ile kabul edilmiştir.

Montrö Sözleşmesi’nin güvenlik boyutuyla analiz edilebilmesi, geleceğe yönelik politik ve stratejik değerlendirmeler yapılabilmesi amacıyla; öncelikle incelenmesi önem arz eden ve her biri ayrı bir takdim konusu olan hususları aşağıdaki başlıklar altında sıralamak doğru ve analitik bir yaklaşım olacaktır. Konuyu aşağıda sunulan boyutlarıyla analiz etmeden/edemeden Montrö Sözleşmesi’ni anlamanın ve anlatabilmenin nasıl mümkün olacağını anlayabilmiş değilim.

  • Kanal ve boğaz kavramları, Türk Boğazları’nın genel coğrafi konumu, fiziki yapısı ve sui generis özellikleri.
  • Tarihi gelişim içerisinde Türk Boğazları’ndan geçişin tabi olduğu kurallar.
  • Uluslararası deniz ulaştırması için kullanılan boğazlardan geçiş rejimleri.
  • Montrö Sözleşmesi.
  • Türk Boğazları Bölgesi’nde Türkiye’nin yetki ve yükümlülükleri.
  • Türk Boğazları ve Karadeniz’in hukuki statüsünde olabilecek değişiklikler.

– Coğrafi bir terim olarak boğaz, iki kara parçası arasında bulunan ve iki deniz kesimini birleştiren doğal ve dar su yoludur. Boğazlar’ın bu özelliği, onları insan yapımı olan kanallardan ayırır. Boğazlardan farklı olarak, deniz ulaştırması amacıyla kullanılan kanallardan geçiş, aksine bir uluslararası düzenleme yoksa özel hukuksal rejimleri çerçevesinde ve kanala egemen olan devletin yetkilerine herhangi bir sınırlama getirmeden yapılabilmektedir.

İstanbul Boğazı, bir açık deniz olan Karadeniz’i, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir iç denizi olan Marmara Denizi’ne bağlayan bir su yoludur. Bu niteliği itibari ile ve tek başına değerlendirmeye alındığı zaman İstanbul Boğazı bir ulusal boğazdır. İstanbul Boğazı’nın uzunluğu intikal rotaları üzerinde 17 mildir.

Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı arasında kalan Türkiye’nin bir iç denizidir. İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı arasında deniz ulaştırması amacıyla kullanılan yaklaşık 110 millik koridorda yapılan uğraksız gemi geçişleri dışında Marmara Denizi üzerinde, egemen devlet olarak Türkiye’nin yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkilerinin tam olduğu hususunda herhangi bir tereddüt yoktur.

Çanakkale Boğazı, bir iç deniz olan Marmara Denizi’ni, bir açık deniz olan Ege Denizi’ne bağlayan su yoludur. Bu niteliği itibari ile ve tek başına değerlendirmeye alındığı zaman Çanakkale Boğazı da İstanbul Boğazı gibi bir ulusal boğazdır. Çanakkale Boğazı’nın uzunluğu intikal rotaları üzerinde 37 mildir.

Tarihi süreç içerisindeki geçiş rejimleri ile birlikte coğrafi konumu, fiziki yapısı ve sui generis özellikleri çerçevesinde değerlendirildiği zaman, Türk Boğazları’nın bir uluslararası boğaz olmadığı görülecektir. İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı; iki açık deniz olan Karadeniz ve Ege Denizi’ni birbirine bağlayan niteliğinden dolayı, ilgili uluslararası sözleşmelerde deniz ulaştırması amacıyla kullanılan tek bir su yolu olarak kabul edilmektedir. Tek başlarına değerlendirildikleri zaman ulusal boğaz niteliğinde olan İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı ile Türkiye’nin mutlak egemenliğinde bir iç deniz olan Marmara’da toplam 164 millik bir mesafe kat edilerek, Karadeniz ile Ege Denizi ve Akdeniz arasında deniz ulaştırması idame edilebilmektedir. Montrö Sözleşmesi, 164 millik ulaştırma koridorundan gemilerin uğraksız geçişini düzenlemektedir.

– Osmanlı İmparatorluğu döneminde Boğazlar rejimine ilişkin düzenlemeler ile geçiş uygulamaları ve güvenlik politikaları incelendiğinde üç ayrı dönem ve statüden bahsetmek gerekmektedir.

Birinci dönem, İstanbul’un fethiyle başlayan ve Rusya’nın kendi ticaret gemileriyle Karadeniz’e inerek İstanbul Boğazı’ndan geçiş izni aldığı 1774 tarihli Küçük Kaynarca Andlaşması’na kadar süren ve genel olarak geçişin Osmanlı Devleti’nin tek taraflı tasarruflarıyla düzenlendiği 321 yıllık bir süreyi kapsayan uygulamalar olup bu dönem İmparatorluğun mutlak egemenlik devresi veya ulusal yetki devresi olarak da bilinmektedir[5].

İkinci dönem, Boğazlar’dan geçişin ikili andlaşmalarla düzenlenmeye başlandığı Küçük Kaynarca Andlaşması’ndan Boğazlar’ın çok taraflı andlaşmalara konu olduğu 1841 yılına kadar geçen 67 yıllık periyottur. Bu dönemde Boğazlar’dan geçiş açık veya gizli andlaşma hükümleriyle belirlenmeye çalışılmış, şartlar değiştikçe yapılan yeni andlaşmalarla geçiş koşulları düzenlenmiştir.

Boğazlar’ın bütün devletlerin ticaret gemilerinin geçişine açılması 14 Eylül 1829’da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında akdedilen Edirne Andlaşması ile gerçekleşmiştir. Andlaşma ile Boğazlar’ın Osmanlı Devleti ile savaş durumunda olmayan devletlerin ticaret gemilerine, Rus ticaret gemileri ile aynı şartlar altında olmak üzere açıklığı yükümlülüğü kabul edilmiştir[6].

Yaklaşık üç asır Türk gölü hüviyetinde kalan Karadeniz, Küçük Kaynarca Andlaşması ile 1774’te Türk-Rus denizine dönüşmüş, Edirne Andlaşması ile de 1829’da uluslararası bir mahiyet kazanmıştır.

Üçüncü dönem ise 1841 yılında yapılan ve Boğazlar’dan geçişin uluslararası bir nitelik kazandığı “Akdeniz ve Karadeniz Boğazları Hakkında Londra Sözleşmesi” ile başlayan ve I. Dünya Savaşı’na kadar devam eden; genel niteliği itibariyle de günümüze kadar devam eden geçişin çok taraflı andlaşmalarla düzenlendiği 180 yıllık devam eden devredir.

Hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş ve ölü doğmuş bir andlaşma olan ve Osmanlı Devleti ile I. Dünya Savaşı’nın galip devletleri arasında imzalanan Sevr’e göre Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı’nı kapsayan Boğazlar, barış ve savaş zamanında, bayrak farkı gözetmeksizin bütün devletlerin ticaret ve savaş gemileri ile askerî ve sivil uçaklarına açık olacaktı. Andlaşma ile kurulan serbest geçişi düzenlemek ve denetlemek için geniş yetkilerle donatılmış “Boğazlar Komisyonu” kurulacaktı. Çanakkale Boğazı’nın Avrupa kıyıları Yunanistan’a verildiğinden, Yunanistan ve Osmanlı Devleti Boğazlar üzerindeki denetim yetkilerini bu Komisyona devredecekti.

Sevr Andlaşması’nın tatbik imkânı bulamaması ve ölü doğmuş bir andlaşma olarak tarihe geçmesinden sonra, barış düzenine, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması ile geçilmiştir. Andlaşmanın Boğazlar’dan geçiş rejimine ilişkin temel hükmünü düzenleyen 23’üncü maddesine göre âkit taraflar; aynı gün imzalanan ve Andlaşmaya ekli olup Andlaşmayla aynı hukuki değeri haiz olacağı belirtilen “Boğazların Tâbi Olacağı Usule Dair Mukavelename” ile Çanakkale Boğazı’nda, Marmara Denizi’nde ve Karadeniz Boğazı’nda, barışta ve savaşta, denizden ve havadan geçiş ve ulaşım serbestliği ilkesini kabul etmişlerdir.

Lozan Boğazlar Sözleşmesi hükümleriyle Boğazlar’ın askerden arındırılmış olması ve tahkim edilemez bulunması nedeniyle; Türk Boğazları Bölgesi’nde, Türkiye’nin egemenlik hakları açıkça sınırlandırılmış, Türkiye ulusal savunması ve güvenliği için tedbir alma hakkından mahrum bırakılmıştı[7]. Boğazlar Bölgesi’nde Türkiye’nin egemenliğini kısıtlayan ve Türkiye aleyhine ciddi güvenlik zafiyeti meydana getiren Lozan rejimi, Boğazlar’dan geçişte herhangi bir sınırlama getirmezken, Karadeniz’e geçmek isteyen savaş gemileri için tonaj sınırlaması getirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu andlaşması olan Lozan’a rağmen Boğazlar, uluslararası statüsünü ve rejimini devam ettiriyordu. Bir başka söyleyişle Boğazlar rejimi, Türkiye’nin tek yanlı iradesi ile değil 1841’den beri devam eden ve çok sayıda devletin ortak iradesi sonucu oluşan, genel niteliği itibariyle Türkiye’nin egemenliğini kısıtlayan uluslararası kurallara tâbi olmaya devam ediyordu.

– Açık denizin veya münhasır ekonomik bölgenin bir bölümü ile açık denizin veya münhasır ekonomik bölgenin diğer bir bölümü arasında yer alan, hukuki statüleri özel bir andlaşma ile düzenlenmemiş olan ve uluslararası seyrüsefer amacıyla kullanılan boğazlar, zararsız geçiş rejiminin uygulanacağı iki istisna dışında, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde transit geçiş rejimine tabi boğazlar olarak tanımlanmıştır. Bu tür boğazlardan transit geçiş su sathından ve su altından (dalmış durumda) seyir ile boğazın üzerinden uçuş hakkını kapsar. Diğer bir ifadeyle zararsız geçişin satıhtan yapılma mecburiyetinin aksine transit geçiş halindeki denizaltılar ve diğer su altı araçları dalmış durumda seyredebilirler. Ayrıca transit geçiş hakkından hava vasıtaları da yararlanırlar.

İki ulusal boğaz ve bir iç denizden geçen toplam 164 millik deniz ulaştırması amacıyla kullanılan su yolunun, açık denizin veya münhasır ekonomik bölgenin bir bölümü ile diğer bir bölümü arasında yer alan ve transit geçiş rejimine tabi kılınabilecek bir boğaz olamayacağı coğrafi ve hukuki bir realitedir. Montrö hakkında konuşmak, yazılı ve görsel medyada yorum yapmak, Montrö’yü kullanarak siyaset yapmak isteyenlerin bu realiteyi kavrayabilmeleri gerekir.

– Montrö Sözleşmesi, Lozan’ın kısıtlamalarını ortadan kaldırarak, Türk Boğazları Bölgesi’nde Türkiye’nin egemenlik haklarını tescil etmiştir. Yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1936’dan günümüze kadar geçen 85 yıl 4 ay süreyle;

  • Fesih sürecine açık bir sözleşme olmasına,
  • Beşer yıllık periyotlarla bir ya da birkaç hükmünün değiştirilebilmesine

rağmen, noktasına ve virgülüne dokunulmadan Türkiye’nin gözetiminde dimdik ayakta duran Montrö Sözleşmesi 29 madde, 4 lahika ve 1 protokolden oluşmaktadır.

Savaş gemilerinin geçiş rejimine ilişkin Sözleşme hükümleri madde 8-22’de (toplam 15 madde) düzenlenmektedir[8].

  • Barış zamanı,
  • Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanı,
  • Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanı ve
  • Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidine maruz görmesi

durumlarına göre geçiş ve ulaşım düzenlemesi yapılmıştır. Türkiye’nin kendisini yakın savaş tehlikesi ile karşı karşıya sayması durumu, Lozan Boğazlar Sözleşmesinde olmayan yeni bir düzenleme olarak Sözleşme’de yer almıştır.

Sözleşme’nin 24’üncü maddesi hükmünce Türk Hükümeti, savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişine ilişkin her hükmün yürütülmesine nezaret edecek; yabancı bir deniz kuvvetinin Boğazlar’dan geçeceği kendisine bildirilir bildirilmez, bu kuvvetin kuruluşunu, tonajını, Boğazlar’a giriş için öngörülen tarihi ve gerekirse, olası dönüş tarihini, Âkit Devletlerin Ankara’daki temsilcilerine bildirecektir.

– Sözleşme’nin madde 8-18 hükümleri (toplam 11 madde), savaş gemilerinin barış zamanı geçiş rejimini düzenlemektedir. Sözleşme barış zamanında Boğazlar’dan geçiş yapacak savaş gemileri için sınıf, tonaj ve sayı sınırlaması getirmiş ve bu gemilerin geçişlerini ön bildirimde bulunma koşuluna bağlamıştır.

Sözleşme, her sınıf savaş gemisine Boğazlar’dan geçiş hakkı tanımamış, bu haktan yararlanacak savaş gemilerinin geçişlerini bazı kayıt ve sınırlamalara tâbi tutmuştur. Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler, ister Karadeniz’e kıyıdaş olan ister olmayan devletlere bağlı bulunsunlar, bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar’a Sözleşme’de öngörülen koşullar içinde girerlerse, hiçbir vergi ve harç ödemeksizin Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır. Savaş gemileri Boğazlar’a gündüz girerler. Geçiş sırasında deniz kuvvetinin komutanı, durmak zorunda olmaksızın, Çanakkale Boğazı’nın ve İstanbul Boğazı’nın girişindeki bir işaret istasyonuna, komutası altında bulunan kuvvetin tam kuruluşunu bildirmekle mükelleftir. Boğazlar’dan geçiş halinde bulunan savaş gemileri taşımakta olabilecekleri uçakları hiçbir durumda kullanamayacaklardır.

Savaş gemilerinin barış zamanında Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükûmeti’ne diplomatik yoldan bir ön bildirimde bulunulması gerekmektedir. Bu ön bildirimin normal süresi sekiz gündür. Ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan devletler için bu sürenin on beş güne çıkarılması arzuya şayan sayılmaktadır. Bu ön bildirimde gemilerin; gidecekleri yer, adı, tipi, sayısı ile gidiş için ve gerekirse dönüş için geçiş tarihleri belirtilecektir. Her tarih değişikliğinin üç günlük yeni bir ön bildirim konusu olması gerekmektedir. Ayrıca Boğazlar’a girişin, ilk ön bildirimle belirtilen tarihten başlayarak beş günlük bir süre içinde yapılması gerekmektedir. Bu sürenin bitiminden sonra, ilk ön bildirim için olan koşullar içinde yeni bir ön bildirimde bulunulması gerekecektir.

Yukarıdaki sınırlamaların dışında savaş gemilerinin tonajları ve sayıları da sınırlanmıştır. Bu madde hükmüne göre; Boğazlar’dan geçiş halinde bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetinin en yüksek toplam tonajı 15.000 tonu aşmayacak ve bu kuvvet 9 gemiden çok gemi içermeyecektir. Yine aynı maddeye göre; Boğazlar’daki bir limanı ziyaret eden gemiler ile geçiş sırasında bir hasara uğramış olan gemiler bu tonaja katılmayacaktır. Hasara uğrayan gemiler tamirat esnasında, Türkiye tarafından yayımlanan özel güvenlik hükümlerine bağlı tutulacaklardır.

Bu kayıt ve sınırlamalardan gemilerin tonaj ve sınıfı ile ilgili olanlar, Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin savaş gemilerinin geçişinde uygulanmayacaklardır. Karadeniz’e kıyıdaş devletler, öngörülen tonajdan yüksek bir tonajda bulunan hattıharp gemilerini[9] Boğazlar’dan geçirebileceklerdir. Diğer bir ifade ile Karadeniz’e kıyıdaş devletler 15.000 ton toplam tonajı aşan ve Sözleşme’de nitelikleri tanımlanan gemilerini Boğazlar’dan geçirebileceklerdir. Şu koşulla ki; bu gemiler Boğazlar’ı ancak tek başlarına ve en fazla iki refakat gemisi eşliğinde geçeceklerdir.

Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin uçak gemilerinin Boğazlar’dan geçmesini yasaklayan Sözleşme, anılan devletlere ait denizaltıların ise bazı istisnai durumlarda Boğazlar’dan geçmesine müsaade etmiştir. Karadeniz’e kıyıdaş devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları veya satın aldıkları denizaltılarını, tezgâha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber vermişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlar’dan geçirme hakkına sahiptirler. Bahse konu devletler denizaltılarını, yine bu konuda ayrıntılı bilgiler zamanında Türkiye’ye verilmek koşuluyla bu deniz dışındaki tersanelerde onarılmak üzere Boğazlar’dan geçirebileceklerdir. Her iki durumda da denizaltıların gündüz ve su üstünden seyretmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına geçmeleri gerekmektedir. Belirtilen bu istisnai durumlar dışında denizaltıların Boğazlar’dan geçmeleri öngörülmemiştir. Boğazlar’dan geçiş yapmakta olan savaş gemileri, hasar veya geminin teknik yönetimine bağlı olmayan deniz arızası durumları hariç olmak üzere, geçişleri için gerekli olan süreden daha uzun bir süre Boğazlar’da kalmayacaklardır.

Yukarıda ifade edilen Sözleşme hükümleri, herhangi bir tonajda ve kuruluşta olan bir deniz kuvvetinin, Türk Hükûmeti’nin daveti üzerine Boğazlar’daki bir limana sınırlı bir süre için nezaket ziyaretinde bulunmasına engel değildir.

Montrö Sözleşmesi hükümlerine göre barış zamanında, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin sadece hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemileri Boğazlar’dan kuzeye geçiş yapıp Karadeniz’e açılabilecektir. Bunların dışında kalan herhangi bir sınıf savaş gemisinin, örneğin; denizaltıların ve uçak gemilerinin Karadeniz’e geçme imkânı yoktur. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri gemilerin toplam tonajı en çok 45.000 ton olmak üzere sınırlandırılmıştır. Kıyıdaş olmayan tek bir devlet ise bu tonajın üçte ikisi düzeyinde yani toplam tonajı en çok 30.000 ton olan bir kuvveti Karadeniz’de bulundurabilecektir[10]. Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri bu denizde yirmi bir günden fazla kalamayacaklardır.

Sözleşme’ye göre Karadeniz, kıyıdaş olmayan devletlerin uçak gemileri, hattıharp gemileri ve denizaltılarına kapalı tutulmuştur. Bu statü, Karadeniz’in karasuları dışındaki açık deniz alanlarında savaş gemilerinin ulaştırma haklarına getirilen ve dünyada başka bir örneği bulunmayan özel ve istisnai bir uygulama niteliğindedir.

Sınıf, tonaj ve süre sınırlaması olmaksızın yeterli güçte bir deniz kuvvetini Karadeniz’de bulundurmak ve Karadeniz’in açık deniz alanlarındaki serbestîlerden deniz hukuku çerçevesinde yararlanmak isteyen kıyıdaş olmayan bir devletin önündeki tek engel Montrö Sözleşmesi’dir.

– Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanında savaş gemilerinin geçiş rejimi Sözleşme’nin 19’uncu maddesinde düzenlenmektedir. Savaş zamanında, Türkiye savaşan değilse, savaş gemileri barış zamanı için belirtilen koşullar çerçevesinde Boğazlar’dan tam bir geçiş ve ulaşım serbestliğinden yararlanacaklardır. Bununla birlikte, savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi yasak olacaktır. Ancak, Karadeniz’e kıyıdaş olan veya olmayan savaşan devletlere ait olup bağlama limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemileri bağlama limanlarına dönmek üzere Boğazlar’dan geçiş yapmak hakkına sahiptirler.

Sözleşme’nin 19’uncu maddesi Türkiye’ye yetki ve inisiyatif vermemekte olup 24’üncü madde çerçevesinde yükümlülük yüklemektedir[11].

Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasındaki silahlı çatışmanın (savaşın) devam ettiği bugünkü şartlarda;

  • Rusya Federasyonu ve Ukrayna savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi Sözleşme ile yasaklanmıştır (madde 19, fıkra 2).
  • Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın bağlama limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemileri, bağlama limanlarına dönmek üzere Boğazlar’dan geçebilirler (madde 19, fıkra 4).

Dağılan SSCB’ye ait olup, “denizaltı savar kruvazör” olarak deklare edilip 1976’da Boğazlar’dan geçen KİEV adlı gemi[12] ile “uçak taşıyan muharebe kruvazörü” olarak deklare edilip 1991’de Boğazlar’dan geçen uçak gemisi AMİRAL KUZNETSOV’un geçişlerinde Türkiye’nin gösterdiği esnekliği[13], Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanında savaşan devletlere ait olup bağlama limanlarına dönecek savaş gemileri için gösterme lüksü ve inisiyatifinin olmadığı değerlendirilmektedir. Böyle bir durumda, gerek âkit devletlerce gerekse savaşan taraflar ve uluslararası kamuoyu tarafından Sözleşme’nin ihlal edildiği ve geçişe Türkiye tarafından müsaade edilmemesi gerektiği yolunda ciddi itirazlarla karşılaşılması, Montrö’nün tartışmaya açılması kuvvetle muhtemeldir.

II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939 tarihinden Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihine kadar, Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanı için öngörülen rejimi düzenleyen 19’uncu madde hükmü uygulanmıştır. Savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesinin yasak olması nedeniyle, Bulgaristan’ın 13 Temmuz 1941’de İtalya’dan aldığı 3 muhribin Karadeniz’e geçmesine izin verilmemiştir.

– Savaş zamanında Türkiye savaşan ise, Sözleşme’nin 20’nci maddesi hükmünce savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’nin muharip olduğu bir savaş durumunda, yabancı devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçip geçmeyeceğine karar vermek Türk Hükümeti’nin takdirine bırakılmıştır[14]. Türkiye’nin savaşan olması durumunda, Sözleşme’nin savaş gemilerinin barış zamanda Boğazlar’dan geçişini düzenleyen hükümleri yanında, savaş gemileri için Karadeniz ile ilgili getirmiş olduğu düzen de uygulanmayacaktır.

II. Dünya Savaşı’nda, Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945’ten savaşın sona erdiği tarihe kadar, Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanı için öngörülen rejimi düzenleyen 20’nci madde hükmü uygulanmıştır.

– Türkiye kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayarsa, Sözleşme’nin 21’inci maddesi hükmünce Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanı için öngörülen düzen uygulanır[15]. Sözleşme’nin Türkiye’ye tanıdığı bu yetkinin Türkiye tarafından uygulanmasına başlanmadan önce, mevcut üs ve limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemilerinin üs ve limanlarına dönmesine müsaade edilecektir. Bununla birlikte, Türkiye, davranışlarıyla kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidine maruz bırakan devletin savaş gemilerini bu haktan yararlandırmayabilecektir. Bir başka deyişle Türkiye, söz ve eylemleri ile kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi ile karşı karşıya bırakan devletlerin, daha önce üs ve limanlarından ayrılarak Boğazlar’dan geçmiş olan savaş gemilerinin üs ve limanlarına dönmek amacı ile Boğazlar’dan tekrar geçmesine izin vermeme yetkisini haizdir. Bu durum Türkiye’nin takdirine bırakılmıştır[16].

     SONUÇ OLARAK;

– Türk Boğazları ve Karadeniz’in güvenliğini düzenleyen Montrö Sözleşmesi’nin masaya yatırılması, Türkiye ve Karadeniz’e kıyıdaş devletlerle birlikte, Boğazlar’ı kullanan devletler için de istikrarsızlık ve belirsizliklere sebebiyet verecektir. İki ulusal boğaz ve bir iç denizden oluşan Türk Boğazları’na egemen devlet olan Türkiye’nin;

  • Zabıta yetkisi,
  • Yargı yetkisi,
  • Geçişin zararsız olmasını isteme yetkisi ve
  • Geçişi düzenleme yetkisi

her zaman vardır ve devam edecektir. Ancak, Türkiye’nin Karadeniz’in açık deniz alanlarına ilişkin yeni bir düzenleme getirmesi söz konusu olmayabilecektir.

– Türk Hükümeti, Karadeniz’e çıkacak kıyıdaş olmayan devletlere ait savaş gemileri için sınıf, tonaj ve süre sınırlamalarının titiz bir takipçisi olmalıdır. Sınıf, tonaj ve süre sınırlamasına ilişkin tutulmakta olan kayıtlara herhangi bir yolla ve herhangi bir şekilde Karadeniz’e giriş çıkış yapan savaş gemileri de dahil edilmelidir.

– Rusya ile Ukrayna arasındaki silahlı çatışma (savaş) devam ettiği sürece; bağlama limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemilerinin bağlama limanlarına dönmek üzere Boğazlar’dan geçmesi istisnası dışında, bu devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi Sözleşme’nin 19’uncu maddesi ile yasaklanmıştır.

– Sözleşme’nin 20 ve 21’inci maddelerinin uygulanmasını gerektirecek askeri, siyasi ve hukuki şartların mevcut olmadığı aşikar olup bahse konu maddelerin bugün için uygulanma imkanı bulunmamaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’nin kendisini yakın savaş tehlikesi tehdidi ile karşı karşıya sayması durumu; politik, diplomatik ve askeri ciddi tartışmaların ve zorlu bir sürecin yaşanmasın başlangıcı olabilecektir.

– Yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1936’dan günümüze kadar geçen 85 yıl, 4 ay süreyle, değiştirilmesi hatta ortadan kaldırılmasına yönelik çeşitli girişimlere ve gayretlere rağmen, noktasına ve virgülüne dokunulmadan Türkiye’nin gözetiminde dimdik ayakta duran Montrö’yü günümüzde ve gelecekte de ayakta tutacak olan güvenlik stratejileri ile Türkiye’nin titiz, objektif, tarafsız ve akılcı uygulamaları olacaktır.

[1] Bu konferans metni Ali KURUMAHMUT’un;
  • Montrö Sözleşmesi Türk Boğazları ve Karadeniz (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, Yayın No:26)
  • Deniz Hukuku ve Türkiye’nin Yakın Deniz Havzası Konferans Notları (T.C. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, 7 Kasım 2017)
isimli kitapları ile çeşitli dergi, bülten, gazete ve broşürlerde “Türk Boğazları ve Karadeniz Güvenliği” konularında yayınlanmış makale, tebliğ ve röportajlarından yararlanılarak hazırlanmıştır.
[2] Fahri S. Korutürk, “Sunuş”, Seha L. Meray – Osman Olcay, Montreux Boğazlar Konferansı – Tutanaklar Belgeler, Ankara 1976, sayfa VII.
[3] Seha L. Meray – Osman Olcay, Montreux Boğazlar Konferansı – Tutanaklar Belgeler, Ankara 1976, sayfa 26, 30.
[4] Montrö Sözleşmesi, Lozan’ın, Türkiye’nin Boğazlar Bölgesi ve Boğazönü Adaları üzerindeki egemenliğini kısıtlayan hükümlerini ortadan kaldırmış; Sözleşme’ye ek Protokol’ün 1’inci maddesine göre Türkiye, Boğazlar Bölgesi’ni yeniden askerileştirebilmiş, bu rejim Sözleşme’nin imza tarihi olan 20 Temmuz 1936’da yürürlüğe girmiştir.
[5] 1453 Yılında İstanbul’un fethinden hemen sonra başlayan Karadeniz ve Ege Denizi’ne yönelik Osmanlı hakimiyet mücadelesi neticesinde, II. Bayezid zamanında 1484 yılında Kili ve Akkirman’ın da alınmasıyla Karadeniz bütün kıyıları ile Osmanlı egemenliğine girmiş; bununla birlikte bir müddet daha Ceneviz ve Venedik gemilerinin Karadeniz’e çıkıp ticari faaliyet göstermelerine izin verilmiştir. Bu durum XVI. Yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Bu tarihten itibaren tam anlamıyla bir Osmanlı iç denizi ve hakimiyet alanı niteliği kazanmasıyla bu denize geçiş yabancı devletler için imkansız hale gelmiştir.
Girit Adası’nın 1669 yılında Osmanlı egemenliğine girmesiyle de Osmanlı İmparatorluğu’nun Ege Denizi’ne yönelik hakimiyet mücadelesi, İstendil Adası hariç tamamlanmış; İstendil Adası’nın 1718 tarihli Pasarofça Andlaşması ile Türklerin egemenliğine geçmesi sonucu Ege Denizi de Osmanlı iç denizi haline gelmiş, Girit Adası Çanakkale Boğazı’nın ileri güney karakolu konumuna getirilmişti.
[6] Edirne Andlaşması, Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak doğuşunu hazırlayan ve Osmanlı Devleti’nin taraf olduğu ilk andlaşmadır. 14 Eylül 1829 Edirne Andlaşması ve 3 Şubat 1830 Londra Prorokolü, sınırları tam olarak belli olmayan bir Yunanistan’ı, İngiltere’nin himayesi, Fransa ve Rusya’nın desteği ile tarih sahnesine çıkarmıştır.
[7] Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 4’üncü maddesi hükmünce, Çanakkale ve Karadeniz boğazlarının her iki kıyısı ile kıyıdan itibaren içeriye doğru yaklaşık 15-20 km’lik bir bölge ve Emirali (İmralı) Adası müstesna olmak üzere Marmara Denizi’ndeki bütün adalar gayri askeri hale getiriliyordu. Ayrıca Ege Denizi’nde, Boğazlar sisteminin bir parçası olup Çanakkale Boğazı’na ulaşan deniz yollarını etkili bir şekilde kontrol eden Boğazönü Adaları da silahtan arındırılıyordu.
[8] Sözleşme’nin 8’inci maddesinin göndermede bulunduğu II sayılı Ek’inde (Lahika-II) savaş gemilerinin sınıf ve nitelikleri açıkça tanımlanmaktadır. Bahse konu Lahika, 25 Mart 1936 tarihli Londra Deniz Kuvvetleri Andlaşması’ndan aynen alınmıştır. Sözleşme’nin lafzına uygun olarak, ticaret gemilerinin tanımını ve geçiş rejimini düzenleyen madde 2-7 hükümleri; savaş gemileri başlıklı kısım II kapsamına girmeyen bütün gemiler için uygulanacak hükümler olarak düzenlenmiştir. Bir başka deyişle, savaş gemisi grubuna girmeyen tüm gemiler, bu bağlamda devlet gemileri de (ticari amaçlı kullanılmasa dahi) ticaret gemisi grubuna girmektedir. Bununla birlikte Sahil Güvenlik yüzer unsurları gibi silahlı devlet gemilerinin ticaret gemileri ile aynı şartlarda Boğazlar’dan geçmesinin Sözleşme’nin amacına ve ruhuna uygun olmayacağı düşünülmektedir. Bu noktadan hareketle, kıyıdaş olmayan devletlerin sahil güvenlik gemilerinin Karadeniz’deki tonaj hesaplamasına dahil edilmesi ile süre sınırlamasına tabi tutulması değerlendirilmelidir.
[9] Hattıharp gemileri Sözleşme’nin II sayılı Ek’inde tanımlanmış olup uçak gemileri açık ve kesin bir ifadeyle bu tanımın dışında tutulmuştur.
[10] Sözleşme’nin 18’inci maddesindeki tonaj sınırlamasına göre; Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri gemilerin toplam tonajı 30.000 tonu aşmayacaktır. Ancak, herhangi bir anda, Karadeniz’in en güçlü donanmasının tonajı, Sözleşme’nin imza tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın tonajını (Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1936’da SSCB 60.000 tonluk bir donanmaya sahipti.) en az 10.000 ton aşarsa, 30.000 tonluk toplam tonaj aynı ölçüde artacak ve en çok 45.000 ton olabilecektir. Bununla beraber, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerden herhangi birinin bu denizde bulundurabileceği tonaj, öngörülen toplam tonajın üçte ikisi ile sınırlandırılmıştır. Karadeniz’e kıyıdaş devletler, her yılın 1 Ocak ve 1 Temmuz tarihlerinde, Karadeniz’deki donanmasının toplam tonajını Türk Hükûmeti’ne bildirecek; Türk Hükûmeti de topladığı bu bilgileri âkit taraflara iletecektir.
Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin bu denizde aynı anda bulundurabilecekleri toplam tonaj, dağılan SSCB Karadeniz donanmasının 105.000 ton olduğu Ocak 1992 itibariyle, Sözleşme’nin öngördüğü maksimum tonaj olan 45.000 ton idi. 1 Ocak 1999 itibariyle Rusya Federasyonu, Karadeniz’deki donanmasının toplam tonajını 75.000 ton olarak bildirmiştir. Bu tonaj, 45.000 ton için bir limit değeri oluşturmaktadır. Sözleşmede ayrıca düzenlenmemiş olmakla birlikte 18’inci maddenin yorumundan ve özellikle herhangi bir anda 10.000 tonluk limitin aşılmasının ifade edilmesi ile aynı ölçüde… artırılacağı ifadesinden ve ayrıca her yılın 1 Ocak ve 1 Temmuz tarihlerinde kıyıdaş devletlerce Karadeniz’deki donanmalarının toplam tonajlarının bildirilmesi; bu tonajın 75.000 tonun altına düşmesi durumunda, Karadeniz’de aynı anda bulunabilecek yabancı deniz kuvvetlerinin toplam tonajının da aynı ölçüde azalacağı ve 30.000 tona kadar inebileceği sonucu çıkmaktadır. Bahse konu 30.000 tonluk limite inmesi için Karadeniz’de bulunan en güçlü donanmanın tonajının, Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1936’da, 60.000 tonluk SSCB donanması düzeyine inmesi gerekir.
[11] Savaş zamanında Türkiye savaşan değilse, Sözleşme’nin 4’üncü maddesine göre ticaret gemileri, bayrakları ve yükleri ne olursa olsun, barış zamanı için öngörülen koşullar çerçevesinde Boğazlar’dan geçiş ve seyrüsefer özgürlüğünden yararlanacaklardır.
[12] Rusya Federasyonu donanmasında KIEV sınıfı dört gemi mevcuttur. Bu gemilerde, geniş ve açılı bir uçuş güvertesi ile taktik hava desteği sağlayacak ve dikey iniş/kalkış yeteneğine sahip değişik tiplerden uçak/helikopterler mevcuttur.
[13] Montrö Sözleşmesi’ne göre bayrak devletinin beyanının önemi ve Türkiye’nin bu beyana uyma yönünde zımni bir takdir yetkisinin bulunması nedeniyle; Türkiye, bölgesel ve global şartları da dikkate alarak, kısmen siyasi nitelikli kararlarla bu gemilerin Boğazlar’dan geçmesine rıza göstermiştir. Her iki geminin geçiş taleplerine ilişkin olarak yapılan ön bildirimler, Sözleşme’nin 24’üncü maddesi gereğince Türk Hükümeti tarafından, Sözleşme’ye âkit devletlerin Ankara’daki temsilciliklerine bildirilmiş olmasına rağmen, anılan devletlerce Sözleşme’nin ihlal edildiği ve/veya geçişin engellenmesi gerektiği yolunda herhangi bir resmi girişim vaki olmamıştır.
[14] Savaş zamanında Türkiye savaşansa, Türkiye ile savaş durumunda olan bir devlete ait ticaret gemileri Boğazlar’dan geçemezler (madde 5). Tarafsız devletlere ait ticaret gemileri, Türkiye ile harp halinde olan devlete (Türkiye’nin düşmanına) hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar’dan geçiş ve ulaşım özgürlüğünden yararlanabilirler. Gerek düşmanına hiçbir biçimde yardım etmemek koşulu, gerekse Türkiye’nin savaşan bir devlet olarak savaş hukukundan kaynaklanan hakları; Türkiye’ye geçiş yapan gemilerin taşıdıkları yükleri kontrol etme, dolayısıyla harp kaçağı olan malları zapt ve müsadere etme hakkı vermektedir. Bu durumda gemilerin Boğazlar’a gündüz girmeleri ve geçişlerini her seferinde Türk makamlarınca gösterilen yoldan yapmaları gerekir.
[15] Türkiye’nin kendisini yakın savaş tehlikesi tehdidiyle karşı karşıya sayması durumunda da ticaret gemileri barış zamanı için öngörülen düzen uyarınca Boğazlar’dan geçebileceklerdir. Ancak gemilerin Boğazlar’a gündüz girmeleri ve geçişlerini her seferinde Türk makamlarınca gösterilen yoldan yapmaları gerekir (madde 6).
[16] Türk Hükümeti kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayar ve buna dayanarak Sözleşme’den kaynaklanan yetkilerini kullanırsa, Âkit Devletler ile Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne bu konuyla ilgili bilgi verecektir. Milletler Cemiyeti Konseyi, üçte iki çoğunlukla Türkiye’nin almış olduğu önlemlerin haklı olmadığına karar verir ve Sözleşme’nin âkit taraflarının çoğunluğu da aynı görüşte olursa, Türk Hükümeti almış olduğu önlemleri kaldırmakla yükümlü tutulmuştur.
Sözleşme’nin 21’inci maddesi Cemiyet organlarını görevlendirmiş olmakla birlikte, Milletler Cemiyeti Genel Kurulu 18 Nisan 1946 tarihinde yaptığı son toplantısında Cemiyetin feshedilmesi kararını almış, böylece Cemiyet feshedilerek ortadan kalkmıştır. Onun yerine fakat ondan ayrı olarak Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Bugünkü uluslararası ilişkiler bakımından Milletler Cemiyeti’nin hemen hemen hiçbir pratik değeri kalmamıştır. Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti’nden bağımsız ve yeni bir uluslararası organizasyon olarak ortaya çıkmıştır. Milletler Cemiyeti’nin devamı olmayıp, aralarında fonksiyonel bir bağlantı da yoktur. Bununla beraber, Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti’nin mal varlığını, arşivlerini, binalarını ve siyasi olmayan teknik fonksiyonlarını, iki örgüt arasında yapılan düzenlemelerle devralmıştır. Milletler Cemiyeti’ne ifa etmek üzere çeşitli andlaşma ve düzenlemelerle verilen siyasi fonksiyonların, bu bağlamda Sözleşme’nin 21’inci maddesinin ilgili hükümlerinin, Birleşmiş Milletler tarafından otomatik olarak değil, ancak talep halinde, Genel Kurul veya ilgili organın bu yönde bir karar almasından sonra üstlenilebileceğinin mümkün olacağı genellikle kabul edilmektedir.

Montrö Sözleşmesi’nde Savaş Gemilerinin Geçiş Rejimi – Ali Kurumahmut – Mart 2022

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ’NDE SAVAŞ GEMİLERİNİN GEÇİŞ REJİMİ [1]

Ali KURUMAHMUT

Danıştay Emekli Üyesi 

  • Yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1936’dan günümüze kadar geçen 85 yıl 4 ay süreyle noktasına ve virgülüne dokunulmadan Türkiye’nin gözetiminde dimdik ayakta duran Montrö Sözleşmesi 29 madde, 4 lahika ve 1 protokolden oluşmaktadır. Savaş gemilerinin geçiş rejimine ilişkin Sözleşme hükümleri madde 8-22’de (Toplam 15 madde) düzenlenmektedir. Sözleşmenin madde 8-18 hükümleri (Toplam 11 madde), savaş gemilerinin barış zamanı geçiş rejimini düzenlemektedir.
  • Sözleşmenin 24’üncü maddesi hükmünce Türk Hükümeti, savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ilişkin her hükmün yürütülmesine nezaret edecek; yabancı bir deniz kuvvetinin Boğazlardan geçeceği kendisine bildirilir bildirilmez, bu kuvvetin kuruluşunu, tonajını, Boğazlara giriş için öngörülen tarihi ve gerekirse, olası dönüş tarihini, Âkit Devletlerin Ankara’daki temsilcilerine bildirecektir.
  • Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanında savaş gemilerinin geçiş rejimi Sözleşmenin 19’uncu maddesinde düzenlenmektedir. Bahse konu madde Türkiye’ye yetki ve inisiyatif vermemekte olup 24’üncü madde çerçevesinde yükümlülük yüklemektedir. Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasındaki silahlı çatışmanın (savaşın) devam ettiği bugünkü şartlarda;
    • Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın (Sözleşmenin ifadesi ile savaşan herhangi bir devletin) savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi Sözleşme ile yasaklanmıştır (madde 19 fıkra 2).
    • Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın bağlama limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemileri, bağlama limanlarına dönmek üzere Boğazlardan geçebilirler[2] (madde 19 fıkra 4).
  • II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939 tarihinden Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihine kadar, Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş zamanı için öngörülen rejimi düzenleyen 19’uncu madde hükmü uygulanmıştır. Savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesinin yasak olması nedeniyle, Bulgaristan’ın 13 Temmuz 1941’de İtalya’dan aldığı 3 muhribin Karadeniz’e geçmesine Türkiye tarafından izin verilmemiştir.
  • Savaş zamanında Türkiye savaşan ise, Sözleşmenin 20’nci maddesi hükmünce savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’nin muharip olduğu bir savaş durumunda, yabancı devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlardan geçip geçmeyeceğine karar vermek Türk Hükümeti’nin takdirine bırakılmıştır. Türkiye’nin savaşan olması durumunda, Sözleşmenin savaş gemilerinin barış zamanda Boğazlardan geçişini düzenleyen hükümleri yanında, savaş gemileri için Karadeniz ile ilgili getirmiş olduğu  düzen de uygulanmayacaktır[3]
  • Türkiye kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayarsa, Sözleşmenin 21’inci maddesi hükmünce Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanı için öngörülen düzen uygulanır. Sözleşmenin Türkiye’ye tanıdığı bu yetkinin Türkiye tarafından uygulanmasına başlanmadan önce, mevcut üs ve limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemilerinin üs ve limanlarına dönmesine müsaade edilecektir. Bununla birlikte, Türkiye, davranışlarıyla kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidine maruz bırakan devletin savaş gemilerini bu haktan yararlandırmayabilecektir. Bir başka deyişle Türkiye, söz ve eylemleri ile kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi ile karşı karşıya bırakan devletlerin, daha önce üs ve limanlarından ayrılarak Boğazlardan geçmiş olan savaş gemilerinin üs ve limanlarına dönmek amacı ile Boğazlardan tekrar geçmesine izin vermeme yetkisini haizdir. Bu durum Türkiye’nin takdirine bırakılmıştır[4].
  • Sözleşmenin 20 ve 21’inci maddelerinin uygulanmasını gerektirecek askeri, siyasi ve hukuki şartların mevcut olmadığı aşikar olup bahse konu maddelerin bugün için uygulanma imkanı bulunmamaktadır.
[1] Bu çalışma, Ali KURUMAHMUT’un;
  • Montrö Sözleşmesi, Türk Boğazları ve Karadeniz (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, Yayın No: 26)
  • Deniz Hukuku ve Türkiye’nin Yakın Deniz Havzası Konferans Notları (T.C. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, 7 Kasım 2017)
isimli kitapları ile çeşitli dergi, bülten, gazete ve broşürlerde, “Türk Boğazları ve Karadeniz Güvenliği” konularında yayınlanmış makale, tebliğ ve röportajlarından yararlanılarak hazırlanmıştır.
[2] Dağılan SSCB’ye ait olup, “denizaltı savar kruvazör” olarak deklare edilip 1976 yılında Boğazlardan geçen KİEV adlı gemi ile “uçak taşıyan muharebe kruvazörü” olarak deklare edilip 1991’de Boğazlardan geçen AMİRAL KUZNETSOV adlı geminin geçişlerindeki esnekliği bağlama limanlarına dönecek gemiler için gösterme lüksümüz ve inisiyatifimizin olmadığı değerlendirilmektedir.
[3] II. Dünya Savaşı’nda, Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945’ten savaşın sona erdiği tarihe kadar, Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanı için öngörülen rejimi düzenleyen 20’nci madde hükmü uygulanmıştır. Savaş süresince Türkiye, Montrö Sözleşmesi’ni sadakatle korumak suretiyle silahlı çarpışmaları bu bölgeden uzak tutabilmiş ve savaşanlara, sonuna kadar Boğazlara sahip olmanın değerini hissettirmiştir.
[4] Türk Hükümeti kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayar ve buna dayanarak Sözleşmeden kaynaklanan yetkilerini kullanırsa, Âkit Devletler ile Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne bu konuyla ilgili bilgi verecektir. Milletler Cemiyeti Konseyi, üçte iki çoğunlukla Türkiye’nin almış olduğu önlemlerin haklı olmadığına karar verir ve Sözleşmenin âkit taraflarının çoğunluğu da aynı görüşte olursa, Türk Hükümeti almış olduğu önlemleri kaldırmakla yükümlü tutulmuştur.
Sözleşme’nin 21’inci maddesi Cemiyet organlarını görevlendirmiş olmakla birlikte, Milletler Cemiyeti Genel Kurulu 18 Nisan 1946 tarihinde yaptığı son toplantısında Cemiyetin feshedilmesi kararını almış, böylece Cemiyet feshedilerek ortadan kalkmıştır. Onun yerine fakat ondan ayrı olarak BM kurulmuştur. Bugünkü uluslararası ilişkiler bakımından Milletler Cemiyeti’nin hemen hemen hiçbir pratik değeri kalmamıştır. BM, Milletler Cemiyeti’nden bağımsız ve yeni bir uluslararası organizasyon olarak ortaya çıkmıştır. BM, Milletler Cemiyeti’nin devamı olmayıp, aralarında fonksiyonel bir bağlantı da yoktur. Bununla beraber, BM, Milletler Cemiyeti’nin mal varlığını, arşivlerini, binalarını ve siyasi olmayan teknik fonksiyonlarını, iki örgüt arasında yapılan düzenlemelerle devralmıştır. Milletler Cemiyeti’ne ifa etmek üzere çeşitli andlaşma ve düzenlemelerle verilen siyasi fonksiyonların, bu bağlamda Sözleşmenin 21’inci maddesinin ilgili hükümlerinin, BM tarafından otomatik olarak değil, ancak talep halinde, Genel Kurul veya ilgili organın bu yönde bir karar almasından sonra üstlenilebileceğinin mümkün olacağı genellikle kabul edilmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse, Sözleşmenin 21’inci maddesinin 3 ve 4’üncü paragraflarının bugün için pratik bir uygulama alanının olmadığını söyleyebiliriz. Fakat bu durum, Türkiye’nin bu konuda sınırsız bir takdir hakkına sahip olduğu anlamına gelmeyecektir. Takdir hakkının kullanılış biçimi, normal uluslararası usuller uyarınca diğer âkit devletler tarafından tartışılabilir.

Açık Denizlerde Biyoçeşitliliğin Korunması Anlaşması’na Doğru Hükümetlerarası Müzakerelerin Seyri – Dr. Betül Gökkır – Mayıs 2020

AÇIK DENİZLERDE BİYOÇEŞİTLİLİĞİN KORUNMASI ANLAŞMASI’NA DOĞRU HÜKÜMETLERARASI MÜZAKERELERİN SEYRİ

Dr. Betül GÖKKIR

Açık denizlerdeki canlı ve cansız kaynakların son yıllarda aşırı derecede zarar görmesine karşın bu sorunu bütüncül şekilde ve küresel düzeyde ele alan bir mekanizmanın bulunmaması temel bir sorun olarak görülmektedir. Bu konuda Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında yürütülen tartışmalar ve alınan kararlar neticesinde, ve Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde, açık denizlerde biyoçeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı üzerine hukuken bağlayıcı bir sözleşme geliştirilmesine yönelik görüşmeler başlamıştır. Ulusal Yargı Yetkisi Dışındaki Alanlarda Denizel Biyoçeşitlilik Üzerine Hükümetlerarası Konferans (Intergovernmental Conference on Marine Biodiversity of Areas Beyond National Jurisdiction) müzakerelerinin ilk üç turu 4-17 Eylül 2018, 25 Mart-5 Nisan 2019, 19-30 Ağustos 2019 tarihlerinde yürütülmüş; 9 Mart 2020’de başlaması gereken dördüncü ve son müzakere toplantıları ise COVID-19 salgını nedeniyle ertelenmiştir (BM 2020).

2000’li yılların başından bu yana uluslararası toplumun bu konuya giderek artan ilgisi ve atılan adımlar başlı başına bir başarı olarak değerlendirilebilir (Oral 2019). Müzakereler, (1) denizel genetik kaynaklarına (DGK) erişim ve kazançların paylaşımı, (2) deniz koruma alanları (DKA) gibi alan-odaklı yönetim araçları, (3) çevresel etki değerlendirmeleri ve (4) kapasite geliştirme ve denizel teknoloji transferi olmak üzere dört ana başlık ekseninde ilerlemektedir. Ağustos 2019 müzakereleri öncesi bir sözleşme taslağının oluşturulmuş olması, ülkelerin ortak bir metin üzerinden farklılaştıkları noktaların altını çizmeleri ve ortak bir zeminde tartışmaların yürütülebilmesi adına önemli bir gelişmedir. Düzenlenmiş taslak[1] ise COVID-19 salgını nedeniyle ertelenen dördüncü müzakere turunda görüşülecek.

Müzakerelerin şu ana kadar tamamlanan oturumlarında genel olarak fikir birliği sağlanan maddeler[2] bulunmakla beraber ülkeler veya ülke gruplarının bölündüğü konular da bulunmaktadır. Görüş farklılığı içeren konulardan; insanlığın ortak mirası ve denizlerin serbestliği kavramları bağlamında DGK’lar, alan-odaklı yönetim mekanizmaları olarak DKA’ların tanımlanması ve açık denizlerde biyoçeşitlilik konusunun çok boyutluluğu ve bu konudaki kurumsal bölünmüşlüğün yönetiliş şekli kritik hususlar arasında yer almaktadır.

Müzakereler süresince, açık denizler insanlığın ortak mirasıdır anlayışından yola çıkarak denizlerdeki genetik kaynaklardan edinilecek kazancın paylaşılması gerektiğini savunan gelişmekte olan ülkeler ile denizlerdeki serbestiyet hakkı nedeniyle kendi faaliyetlerinin ürünlerinden yararlanma önceliğini savunan gelişmiş ülkeler arasında belirgin görüş ayrılıkları yaşanmaktadır. DGK’ların getireceği maddi kazancın ne olacağı konusundaki belirsizlik, ülkelerin farklı varsayımlarla görüşlerini şekillendirmesi ve bu tartışmanın spekülatif düzeyde kalması sonucunu doğurmaktadır (De Santo ve diğ. 2020). Bu durum, imzalanacak sözleşmenin doğuracağı kurumsal yapı içerisinde siyasi bölünmelerden etkilenmeyecek tarafsız bir bilimsel danışma kurulu/komitesi gibi bir alt kuruluşun bulunmasının neden önemli olduğunu gösterir niteliktedir.

Açık denizlerde biyoçeşitliliğin korunması amaçlı alan-odaklı başlıca yöntem DKA’lardır. Müzakerelere katılan heyetler, DKA teriminin kullanılıp kullanılmaması veya kullanıldığında nasıl tanımlanması gerektiği konusunda ayrışmaktadır. Tanımlama yapılırken ‘DKA’ların çevrelerindeki alanlardan daha yüksek korumaya sahip olmaları’ ve ‘sürdürülebilir kullanım’ ifadelerinin kullanılması ve korumaya alınacak alanlar için süre belirlenmesi gibi birçok ayrıntıda farklılıklar dile getirilmektedir. Buna ilaveten, şu an açık deniz koruma alanları belirleme yetkisi bölgesel balıkçılık kuruluşlarındadır. Yeni sözleşme ile bu yetkinin bölgesel balıkçılık kuruluşlarında kalması veya yeni kurumlarla paylaşılması konusunda farklı görüşler öne sürülmektedir. Bazı çalışmalar, bölgesel deneyimlerin önemli olduğunu, kaleme alınan yeni sözleşmenin bu kapsamda şekillendirilmesi gerektiğini savunmaktadır (Balton 2019; Durussel ve diğ, 2017). Aslında bu soru, müzakerelerin tartışmalı konularından olan, açık denizlerin yönetişiminde mevcut kurumlarla imzalanacak sözleşme arasındaki işbirliği ve yetki paylaşımının ne şekilde belirleneceği hususuyla da ilgilidir.

Açık denizlerde biyoçeşitlilik konusu; balıkçılık, plastik kirliliği, iklim değişikliği ve benzeri çok sayıda konuyla ilişkisi olan çok boyutlu bir sorunsaldır. Bu boyutlardan birçoğu ile ilgili ulusal, bölgesel ve küresel kuruluş ve anlaşmalar bulunmaktadır. Çok sayıda ve düzeyde kurumsal yapının varlığı ve yetki paylaşımı konusunda kurumsal bölünmüşlük düşünüldüğünde, yeni bir sözleşmenin başarılı olabilmesi için bu kurumlar arasında tamamlayıcı ve görevdeşlik oluşturabilen akıllı bir kurumsal dizayna sahip olması gerektiği görülmektedir (De Santo ve diğ. 2019).  Esasında yeni bir sözleşme ile amaç, bütüncül bir ekosistem yönetimi anlayışının uygulamaya geçirilmesidir. Ancak, taslak metninde tekrarla ‘var olan kurumların yetki alanları veya etkililiği zayıflatılmaksızın’ benzeri ibarelerin geçmesi, yeni sözleşmenin hedefine ulaşacak kapasiteye sahip olmaması ihtimalini düşündürmektedir.

Türkiye, düzenlenmiş sözleşme taslağında iki hususun altını çizmiştir. Bunlardan ilkinde, Madde 1’de geçen alan-odaklı yönetim araçları tanımında DKA ifadesinin kullanılmaması önerilmiştir. Türkiye, buna gerekçe olarak iki terim arasında zaman ve yer ölçekleri bakımından farklılıklar bulunmasını göstermektedir. İkinci olarak, Madde 48’de Taraflar Konferansı kararlarının oybirliği ile verilmesi desteklenmiş; taslakta yer alan ‘tüm çabalara rağmen oybirliğine ulaşılmaz ise, Konferans tarafından belirlenen prosedür kurallarında geçen yöntem uygulanır’ ibaresinin taslaktan çıkarılması önerilmiştir.

Müzakerelerin dördüncü ve planlanan son turu başlamadan önce hala açıklığa kavuşturulması ve ortaklık sağlanması gereken birçok sorun bulunmaktadır. İmzalanacak sözleşmenin daha etkili bir uluslararası düzenleyici aygıt olabilmesi ve gerçekten açık denizlerde biyoçeşitliliğin korunması konusunda ilerleme kaydedilebilmesi için akıllı kurumsal dizayn kavramı hayati önem teşkil etmektedir. Okyanusların yönetişimi konusunda ülkelerin sahip olduğu hak ve serbestliklerin yanı sıra çok sayıda anlaşma ve örgüt bulunmaktadır. Her aktör kendi yapısı, çıkarları ve öncelikleri çerçevesinde yeni bir kurumsal yapıya katkıda bulunmak istemektedir.

Açık denizlerde biyoçeşitlilik konusunda tüm aktörlerin bu sözleşme ile belirlenecek ortak kavramlar, ilkeler ve öncelikler etrafında birleşmesi; bunların ilgili diğer kurumlar tarafından da benimsenip eşgüdümle yürütülmesi ve kurulacak yapının etkili gözlemleme-denetleme-uygulatma kapasitesinin bulunması, açık denizlerdeki kaynakların başarılı bir şekilde korunmasına katkı sağlayacaktır.

Türkiye’nin     açık denizlerle ilgili uluslararası gelişmeleri ilgi ile takip etmesi, bu alanların yönetişiminde sürdürülebilirlik ilkesini benimsemesi ve canlı genetik kaynaklar ve cansız    minerallerin   hakkaniyetli bir şekilde paylaşılması   için   çaba göstermesi  gerekmektedir. Bununla birlikte, ulusal kurumlar düzeyinde de açık deniz koruma alanları, denizel genetik kaynaklar ve okyanusların yönetişimi konularında uzman yetiştirmek ve mevcut   standartları içselleştirmek  adına zaman kaybetmemesi gerekmektedir.

 

Kaynaklar

Balton, D. (2019). What will the BBNJ agreement mean for the Arctic fisheries agreement?. Marine Policy, 103745.

Birleşmiş Milletler. 2020. “Intergovernmental Conference on Marine Biodiversity of Areas Beyond National Jurisdiction ” <https://www.un.org/bbnj/> .

De Santo, Elizabeth M., ve diğ. 2019. “Protecting biodiversity in areas beyond national jurisdiction: An earth system governance perspective.” Earth System Governance 2: 100029.

De Santo, Elizabeth M., ve diğ. 2020. “Stuck in the middle with you (and not much time left): The third intergovernmental conference on biodiversity beyond national jurisdiction.” Marine Policy 117: 103957.

Durussel, C., Oyarzun, E. Soto. & Urrutia, O. 2017. Strengthening the legal and institutional framework of the Southeast pacific: Focus on the BBNJ package elements. International Journal of Marine and Coastal Law, 32 (4), 635-671.

Oral, Nilüfer. 2019. “Açık Denizler İçin Yeni Bir Uluslararası Anlaşma ve Deniz Koruma Alanları”, Algan N. ve Gönülal O., (Ed.) Ulusal Yetki Alanları Dışında Kalan Açık Denizlerin Korunması ve Yönetilmesi, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV), Yayın no: 50 İstanbul, Türkiye.

 

[1]“Textual proposals submitted by delegations by 20 February 2020, for consideration at the fourth session of the Intergovernmental conference on an international legally binding instrument under the United Nations Convention on the Law of the Sea on the conservation and sustainable use of marine biological diversity of areas beyond national jurisdiction (the Conference), in response to the invitation by the President of the Conference in her Note of 18 November 2019 (A/CONF.232/2020/3)”    <https://www.un.org/bbnj/sites/www.un.org.bbnj/files/textual_proposals_compilation_article-by-article_-_15_april_2020.pdf >

[2] Bunlar büyük ölçüde Hazırlık Komitesi’nin 31 Temmuz 2017’de yayınladığı raporun ‘Bölüm A’ kısmında gecen başlıklardır. < https://undocs.org/A/AC.287/2017/PC.4/2>

Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Karaada, Meis Ve Fener Adası’nın Rolü – Ali Kurumahmut – Mayıs 2020

Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Karaada, Meis Ve Fener Adası’nın Rolü

Ali Kurumahmut

Danıştay Üyesi

Doğu Akdeniz’de komşu ve karşı kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının (kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin) sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası hukukun öngördüğü şekilde çok taraflı bir andlaşma yapılmamıştır. Anadolu yarımadasının güney kıyıları ve sahip olduğu çok sayıda ada, adacık ve kayalıklar ile bu deniz alanında en uzun kıyı şeridine sahip bir kıta devleti olan Türkiye, Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığını araştırma ve işletme hakkından mahrum bırakılmak, ufkun kara tarafına, kara sularına hapsedilmek istenmektedir.

Türkiye tarafından henüz münhasır ekonomik bölge ilan edilmemiş olması nedeniyle, Doğu Akdeniz’de karasularımız dışındaki deniz alanları ekonomik bölge hakları bakımından açık deniz statüsündedir. Bu alanlarda kıyıdaş olsun veya olmasın tüm devletler açık deniz serbestîlerinden ve bu kapsamda balıkçılık ve canlı kaynakların avlanması ile bilimsel araştırma haklarından serbestçe yararlanabilmektedirler. Sınırlarının % 70’inden fazlası denizlerle çevrili bulunan ve var olduğu coğrafyada tartışmasız bir deniz ülkesi olan Türkiye nüfusunun % 50’si denize kıyısı olan şehirlerde yaşamaktadır. Türkiye, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’in de hakça paylaşımı neticesinde, kara egemenlik alanının yaklaşık yarısı kadar deniz egemenlik alanına, mavi vatana, sahip olabilecektir.

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin doğal uzantısı üzerinde ve kıyıya yakın bölgelerde çok sayıda ada, adacık ve kayalık bulunmaktadır. Kaş/Antalya bölgesinde ve kıyının hemen karşısında yer alan Karaada, Meis ve Fener Adası bu nitelikte olup müstakil adalar arasında yer almaktadır.

Ege Denizi’nde ve Doğu Akdeniz’de yeni oldubittiler yaratarak, ilgili andlaşmalarla egemenliği kendisine devredilmemiş bazı ıssız ada ve adacıklarda fiilî bir durum oluşturma gayretleri içerisinde olan Yunanistan’ın, Kasım 1995’te iskâna açmayı planladığı 11 ada ve adacıktan Karaada, Fener Adası ve Gavdopula Doğu Akdeniz’de yer almaktadır. Bahse konu uygulama ile Yunanistan; siyasi, ekonomik ve sosyal alanda egemenlik gösterisi niteliğindeki faaliyetlerle fiilî bir durum yaratarak, ada ve adacıkların statülerini kendi lehine değiştirmeyi amaçlamıştır. Yunanistan’ın Kasım 1995’teki iskân uygulamasına Karaada ve Fener Adası’nı dâhil etmesi ve adalarda fiili durum üstünlüğü oluşturma gayretleri, bu iki ada üzerinde de Yunanistan’ın ciddi egemenlik tereddütleri olduğuna ilişkin kanaati kuvvetlendirmektedir.

Menteşe Adaları bölgesinde ismen sayılan 13 ada ve tâbi adacıkları ile Meis Adası’nın egemenliğini İtalya’ya devreden 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Andlaşması’nın 15’inci maddesinde, Meis Adası’nın tâbi adacıkları egemenlik devri kapsamına alınmamıştır. Meis bölgesini incelediğimizde; Meis Adası’na tâbi bir kısım adacıklar ile tâbi adacık olarak mütalâa edilebilecek çok sayıda kayalığın var olduğunu görürüz. Bu adacık ve kayalıklar Lozan’ın 15’inci maddesiyle İtalya’ya devredilmemiştir. Bölgede bulunan diğer iki müstakil ada olan Karaada ve Fener Adası da Lozan’ da egemenlik devrine konu olmamıştır. 4 Ocak 1932 tarihli Türk – İtalyan Sözleşmesi ile Karaada ve Fener Adası’nın egemenliği İtalya’ya devredilmiştir. Sözleşmenin 10 Mayıs 1933′ te yürürlüğe girmesi ile ülke devrinin esas unsuru olan devir andlaşması tamamlanmıştır. Ancak devralan devlet olan İtalya, devredilen ülke kesimleri olan Karaada ve Fener Adası üzerinde hiçbir zaman fiilen egemenlik tesis etmediğinden, tartışmalı da olsa devir işlemi tam olarak gerçekleşmemiştir.

Paris Barış Andlaşması’nın 14’üncü maddesinin birinci fıkrası ile Meis Adası’na bitişik adacıklar da İtalya tarafından Yunanistan’a devredilmiştir. Burada ilk bakışta, Paris Barış Andlaşması’nın 14’üncü maddesinin, Lozan’ın 15’inci maddesini genişleterek Türkiye aleyhine yükümlülükler yarattığı görülebilir. Böyle bir durumun Türkiye’nin açık rızasıyla olabileceği uluslararası hukukun tartışmasız bir kuralı ve Lozan Barış Andlaşması’nın 16’ncı maddesinin bir gereğidir. Türkiye, Paris Barış Andlaşması’nın akit devletleri arasında olmadığından bu rızanın söz konusu bölgede olamayacağı aşikârdır.  Bununla beraber Meis ve bitişik adacıkları Yunanistan’a devredilirken 4 Ocak 1932 tarihli Sözleşmeye herhangi bir atıf yapılmamış, Lozan’ın 16’ncı maddesinin açık hükmü gereğince yapılamamış, diplomatik yoldan veya başka bir kanalla Türkiye’nin konuya ilişkin rızası da alınmamıştır.

Meis Adası gibi müstakil iki ada olan ve hiçbir zaman Yunanistan’ın egemenliğine geçmemiş Karaada ve Fener Adası üzerindeki Türkiye’nin pozisyonu Yunanistan’a göre çok daha güçlüdür. Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsetmek isteyen Yunanistan-Mısır-GKRY girişimi resmiyet kazanır, gelişmeler Türkiye aleyhine bir seyir izler ve yapılacak müzakerelerde Meis’e önem atfedilebilecek bir durum ortaya çıkarsa; Türkiye, Karaada ve Fener Adası üzerindeki haklı egemenlik iddiasını gündeme getirmelidir.  Karaada ve Fener Adası’nın Türkiye’nin egemenliğinde kalması durumunda, Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin paylaşımında Meis Adası’nın herhangi bir etkisinin olabileceğini söylemenin mantıklı bir hukuki izahı olamayacaktır.

Olası tüm hastalıkların ilacı denizlerdedir – Doç. Dr. Bülent Topaloğlu – Nisan 2020

Olası tüm hastalıkların ilacı denizlerdedir

Günümüzde tıp alanında kullanılan pek çok ilacın etkin maddesi doğadan köken almaktadır. Bunlar arasında sentetik olarak üretilenlerin yanı sıra doğal olarak çok bol bulunan ve doğadan toplanarak üretilmesi halinde üretim maliyeti daha düşük olanlar da bulunmaktadır.  Günümüzde homeopatik ve fitoterapik tedavi yöntemleri gibi alternatif tıp yöntemlerinde bu doğal etken maddeler kullanılmaktadır. Bunların dışında modern tıbbın kullandığı pek çok ilacın kökeni de doğada bulunan ve keşfedilen ilaç hammaddelerine dayanmaktadır. Çok klasik bir örnek olarak asetilsalisilik asit, Aspirin’in etken maddesi olup, Salix alba bilimsel adı ile bilinen Aksöğüt ağacının kabuğunda bulunan ve ağrıkesici özelliği olan bir bileşiktir.

Fotoğraf: Ege ve Akdeniz kıyılarımızda yaygın olarak bulunan Sarı Sünger (Agelas oroides) bir çok biyoaktif madde içerren oldukça önemli bir türdür.

Deniz ve okyanuslarda canlıların kendilerini korumak için kimyasal savunma yöntemleri geliştirdikleri bilinmektedir. Bu anlamda denizlerin henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş ilaç hammaddesi deposu olduğu düşünülmektedir.  Son 30 yıldır bu konuda pek çok araştırma yapılmış olsa da denizlerde keşfedilmeyi bekleyen sayısız bileşik olduğu bir gerçektir.

Ülkemizde de son yıllarda bu konuda önemli çalışmalar yapılmaktadır. Ülkemizde bu konudaki öncül sayılabilecek çalışmalardan biri 90’lı yılların başlarında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde bir yumuşakça olan Deniz salyangozundan (Rapana venosa) pıhtılaşmayı önleyici heparin türevi  bir madde olan Rapain in elde edilmesi ile ilgili yapılan çalışmadır (Güven ve diğ.1991). Zaman içerisinde bu konuda sularımızda bulunan süngerlerden ilaç hammaddesi olmaya aday içerik elde etmeyi amaçlayan çalışmalar yapılmıştır.

Gökçeada sularından örneklenen Sarı sünger (Agelas oroides) türlerinden altı farklı biyoaktif madde elde edilmiş ve bunların hastalık etkeni olduğu bilinen farklı bakteriler üzerindeki etkileri çalışılmıştır. Sıtma hastalığı yaptığı bilinen protozoon türü ile tüberküloza neden olan ve barsak enfeksiyonuna neden olan bakteri türleri başta olmak üzere çeşitli patojenler üzerinde etkinliği araştırılan bu maddelerin sağlıklı memeli hücreleri üzerinde toksik etki yapmadan patojenler üzerindeki etkinliği kanıtlanmıştır (Taşdemir, ve diğ. 2007).

2010 da Ege kıyılarımızdan toplanan Dysidea avara türü süngerden sitotoksik, antimikrobiyal antienflamatuar ve anti-HIV aktivitesi gibi gibi geniş farmasotik etkilere sahip olan Avarol ve Avarone bileşikleri elde edilmiştir. (Aktaş ve diğ. 2010)

2012 yılında Türkiye Akdeniz ve güney Ege kıyılarından toplanan  Sarı sünger, Kırmızı dal süngerler (Axinella damicornis, Axinella cannabina,) Deli sünger türleri (I. fasciculata, I. variabilis, Dysidea avara, Sarcotragus spinulosus) gibi çeşitli süngerlerden elde edilen özütlerin patojenik bakteri ve funguslara karşı etkili olduğu tespit edilmiştir. Bu çalışma ile Türkiye sularındaki bulunan süngerlerden bir çok yeni biyoaktif madde elde edilebileceği ve sularımızın bu konuda önemli bir kaynak olduğu ortaya koyulmuştur (Orhan ve diğ. 2012)

Gökçeada süngerlerinden yapılan bir diğer çalışmada ise 6 sünger türünden (Sarcotragus sp., Cacospongia scalaris Axinella cannabina, Ircinia sp., Chondrosia reniformis ve Agelas oroides) elde edilen metanolik özütlerin patojenik gram – ve gram + bakteriler üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Bu süngerlerden elde edilen biyoaktif maddelerin söz konusu patojenler üzerinde güçlü antibiyotik etkilerinin rapor edildiği çalışmada Gökçeada sularındaki süngerlerin antibiyotik madde eldesi için önemli bir potansiyele sahip olduğu vurgulanmıştır (Altuğ ve diğ. 2012).

Akdeniz ve Ege kıyılarımızda yaygın olarak bulunan Deli sünger (Ircinia oros) türünden  izole edilen Penicillum sp. türü bir fungustan ise fusairelin benzeri bir bileşik izole edilmiş olup bu biyoaktif maddenin farelerde lenfoma hücreleri üzerinde sitotoksik etki gösterdiği saptanmıştır (Chen, ve diğ. 2015).

Ircinia oros ile yapılan son çalışmada ise Gökçeada kıyılarından toplanan bu türden  sesterpenoid türevi ircinin-1 ve ircinin-2 olarak adlandırılan iki yeni ircinialactam biyoaktif madde sentezlenmiştir. Bu bileşiklerin ülkemizde Urfa çıbanı olarak ta bilinen leşmanya hastalığına, uyku hastalığına ve sıtmaya karşı orta derecede etki gösteren leishmanisidal, tripanokidal ve antiplazmodiyal aktivitelera sahip olduğu bildirilmiştir (Chianese, ve diğ. 2017)

Yapılan çalışmalar göstermektedir ki denizel canlılar hem çeşitlilik olarak hem de ürettikleri biyoaktif maddeler açısından karasal ortamdan çok daha büyük bir kaynaktır. Denizler ve okyanusların yeryüzünün %70 inden fazlasını kapladığını ve karasal kütlenin yaklaşık 14 katı olduğunu düşünüldüğünde bu fark daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Deniz ve okyanuslar hakkında bildiklerimiz ise çok azdır. Sonuç olarak gezegenimizin bu büyük  parçası henüz tam olarak araştırılmamıştır. gerçekleştirilmiş olan sınırlı sayıdaki çalışmalar ise umut vericidir. Diğer yandan ülkemiz farklı oşinografik özelliklerde deniz ve kıyılara sahiptir. Bu farklı nitelikteki bölgeler farklı türlere dolaysıyla farklı biyoaktif madde içeriklerine sahip çok büyük bir kaynaktır. Ancak unutulmamalıdır ki süngerler gibi sabit yaşayan canlılar bütün  bu zengin biyokimyasal içeriklerine karşın sabit olarak yaşayan canlılar olup çevresel değişimlere yüksek oranda duyarlıdır. Gerek insan etkisiyle gerek ise doğal olarak yaşam ortamlarında meydana gelecek kirlilik, sıcaklık değişimi ve bunun gibi radikal değişiklikler bu canlıların doğal olarak ürettikleri biyoaktif maddelerle birlikte yok olmasına da neden olacaktır. Dünyanın gördüğü en büyük salgın hastalığın karşısında neredeyse çaresiz kaldığımız şu günlerde olası ilaçların kaynağı olan denizlerimizin ne kadar kıymetli ve yaşamsal öneme sahip olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Gezegendeki varlığımızın genel anlamda doğanın ama özellikle de denizlerimizin ve denizel ekosistemimizin sağlıklı olmasına bağlı olduğu ortadadır. En büyük yaşam desteğimiz olan denizlerimizin sağlıklı kalması bizim de sağlıklı kalmamızın vazgeçilmez koşuludur. Denizlerimizi anlamak ve korumak zorundayız bunun tek yolu da daha çok araştırma yapmak ve daha çok bilgi sahibi olmaktır. Temiz ve sağlıklı yarınlar dileğiyle.

 

Kaynakça:

Aktaş, N., Gözcelioğlu, B., Zang, Y., Lin, W.H. ve Konuklugil, B. 2015. Avarone and Avarol from the Marine Sponge Dysidea avara Schmidt from Aegean Coast of Turkey FABAD J. Pharm. Sci., 35, 119-123

Altuğ, G., Çiftçi Türetken, P.S., Gürün, S., Kalkan,  S., Topaloğlu, B. 2012. Screening of Potential Anti-Bacterial Activity of Marine Sponge Extracts from Gökçeada Island, Aegean Sea, Turkey. In Turan, C. (Ed.) First National Workshop on Marine Biotechnology and Genomics. Published by Turkish Marine Research Foundadtion Publication No: 36. pp: 39-53, ISBN: 978-975-8825-281

Chen, H., Aktas, N., Konuklugil, B., Mándi, A., Daletos, G., Lin, W., Dai, H., Kurtán, T.,

Proksch, P. 2015. A new fusarielin analogue from Penicillium sp. isolated from the Mediterranean sponge Ircinia oros, Tetrahedron Letters.doi:http://dx.doi.org/10.1016/j.tetlet.2015.07.072

Chianese, G., Silber, J., Luciano, P., Merten, C., Erpenbeck, E., Topaloğlu, B., Kaiser, M., Taşdemir, D. 2017. Antiprotozoal Linear Furanosesterterpenoids from the Marine Sponge Ircinia oros. J. Nat. Prod. 80, 9, 2566-2571.

Güven, K.C.,Özsoy, Y.,Öztürk, B.,  Topaloglu, B., Ulutin,O.N.1991. Raparin, a new heparinoid from Rapana venosa (Valenciennes) Pharmazie, 46 (7), 547-548

Orhan, İ.E., Özçelik, B., Konuklugil, B., Putz, A., Kaban,Ü.G. ve Proksch, P. 2012. Bioactivity Screening of the Selected Turkish Marine Sponges and Three Compounds from Agelas oroides. Rec. Nat. Prod. 6:4. 356 -367

Taşdemir, D., Topaloglu,B., Perozzo, R., Brun, R., O’Neill, R., Carballeira, N.M. Zhang, X., Tonge, P.J. ve Rüedi, P.2007. Marine Natural products from the Turkish sponge Agelas oroides that inhibit the enoyl reductases from Plasmodium falciparum, Mycobacterium tuberculosis and Escherichia coli. Bioorganic & medicinal chemistry. 11/1: 6834-6845

Okyanuslar, iklim değişikliğinde ne kadar önemli? – Prof. Dr. Bayram Öztürk – Mayıs 2019

Kutupsal Buz Örnekleri ve Atmosferin Tarihi – Murat Aydın – Ocak 2015

Blue iceberg, Most icebergs are white but if the ice doesn’t contain bubbles they can appear black or emerald green or, like this one, brilliant blue.”

KUTUPSAL BUZ ÖRNEKLERİ ve ATMOSFERİN TARİHİ

Murat AYDIN
University of California, Irvine

Dünyamızın oluşumundan bu yana ciddi iklim değişiklikleri geçirdiği bilinmektedir. Bu bilginin önemli kaynaklarından biri de kutup bölgelerinde özel matkaplarla toplanan buz örnekleridir (Şekil 1). Kutup bölgelerinde ilk buz sondajları 1960’lı yıllarda Grönland ve Antarktika’da yapıldı. Bu ilk çalışmalar buz örneklerinin bilimsel potansiyelinin ortaya çıkmasını sağladılar. Takiben 1980 ve 1990’lı yıllarda Antarktika ve Grönland’da Amerikalı ve Avrupalı bilim insanlarının öncülüğünde daha geniş çaplı sondaj çalışmalarına girişildi. Elde edilen buz örnekleri üzerinde yapılan ölçümler dünyamızın geçmiş birkaç yüz bin yıl boyunca geçirdiği başlıca iklim değişiklerinin ortaya çıkarılmasında önemli rol oynadılar. Dünyada buz çağı ve ılıman dönem olmak üzere iki ana iklim rejimi bulunduğu ve yaklaşık her yüz bin yılda bir ılıman döneme girildiği ve sonrasında yavaş yavaş tekrar buzul çağı koşullarına geri dönüldüğü bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar sayesinde bilimsel bir gerçek haline gelmiştir. Ayrıca buzul çağları ve ılıman iklim süreçlerinden çok daha kısa süren, ama çok ani ve sert gerçeklesen iklim değişikleri de yaşandığını ve bu tip hadiselerin tekrar etme olasılığının bulunduğunu da kutup bölgelerinden elde edilen buz örnekleri üzerinde yapılan ölçümlere borçluyuz.


Şekil 1. İki uzman orta büyüklükteki bir buz matkabını sondaja hazırlıyorlar.

Gelecekte meydana gelecek iklim değişikliklerini öngörebilmek için dünyamızın iklimini belirleyen fiziksel etmenleri öğrenmemiz ve buz çağlarıyla ılıman dönemler arasındaki geçişleri neyin tetiklediğini ve sürecin nasıl çalıştığını anlamamız gerekir. Aynı şekilde, çoğunluğu kutup bölgelerinde bulunan buz tabakalarında meydana gelecek değişiklerin deniz seviyesini nasıl etkileyeceğini öngörebilmemiz için buz tabakalarının oluşumunu ve bugünkü ölçülerini belirleyen etmenlerin neler olduğunu öğrenmemiz gerekir. Bu sorulara cevap verebilmenin bir yolu geçmiş değişikler hakkında bilgi toplamak, iklim ve buz tabakalarının hangi zamanlarda, ne hızda, ne büyüklükte ve en önemlisi nasıl değiştiklerini öğrenmektir. Bu bilgilere ulaşmanın en direk yolu da kutup bölgelerinde bulunan buz tabakalarına sondaj yaparak buz örnekleri toplamak, toplanan örnekler üzerinde kimyasal ölçümler yapmaktır (Şekil 1 ve 2).


Şekil 2. Antarktika’da çıkardığımız yaklaşık bir metre uzunluğunda ve 13 cm çapında bir buz örneği. Şekilde farklı saydamlıktaki kış ve yaz katmanları ve bir adet kalın volkanik kül katmanı görülüyor. Buz örneklerinde volkanik kul katmanlarına sıkça rastlansa da, bu örnekteki gibi net bir katman nadir görülen özelliklerdendir ve muhtemelen buzun toplandığı yerin yakınlarında patlamış bir volkandan gelmektedir.

Kutup bölgelerinde gerçekleşen kar yağışı alt tabakalarda bulunan, önceki senelerde düşmüş olan kar katmanlarını sıkıştırır. Soğuk hava nedeniyle yüzeyde her sene biriken ve yazın dahi erimeyen kar, alt katmanları giderek daha fazla ağırlık altında bırakır ve daha derine gömülmesine sebep olur. Üzerindeki ağırlık gittikçe artan kar sıkışır, sıkıştığı için hacmi küçülür, yoğunluğu artar ve buza dönüşür. Bu oluşum sırasında ilk başlarda içinde oldukça büyük hava boşlukları barındıran kar ya da düşük yoğunluktaki buz, ihtiva ettiği hava oranı iyice azalmış yoğun ve sert buza dönüşür. On binler ve yüz binlerce yıl süren bu süreç Antarktika’nın bazı bölgelerinde kalınlığı 4 kilometreyi bulan buz tabakalarının oluşmasına yol açmıştır. En derinlerdeki buz katmanlarının yaşının bir buçuk milyon seneyi bulduğu tahmin edilmektedir. Buz, viskozitesi yüksek bir akışkan olduğundan, kalın buz tabakaları yer çekiminin etkisiyle üç boyutlu hareket halindedirler. Bunlar üzerinde bulundukları kara parçalarını çevreleyen okyanuslara doğru yavaşça akarlar. Bu hareket kıyılara yaklaştıkça daha dar alanlara sıkışır, hızlanır, ve buz nehirlerinin doğmasına yol açar. Buzun denizde erimesiyle sonuçlanan bu süreç kıtanın iç kesimlerindeki buz tabakasının en fazla ne kadar kalınlaşabileceğini de belirler.

Buz tabakalarının derinliklerine sondaj yaparak elde edilen eski buzlar laboratuarlarda incelendiklerinde buzu oluşturan kar yağışının olduğu zamana ait çeşitli bilgiler edinmek mümkündür. Buzu oluşturan su moleküllerinin isotopik yapısı, buzun içinde çözünmüş kimyasallar, rüzgarlarla uzak yerlerden gelmiş ve buz tabakası üzerine serpilmiş toz ve volkanik kül tabakaları (Şekil 2), ve oluşum aşamasında buzun içinde sıkışıp kalmış hava kabarcıkları (Şekil 3) bize geçmiş zamanlara ait çeşitli bilgiler sunar. Çeşitli ölçümler sonucu elde edilen bilgileri değerlendirebilmek için ilk olarak ölçümleri yapılan buzun ne zaman oluştuğunun (yaşının) belirlenmesi gerekir. Kutup bölgelerinde de mevsimsel sıcaklıklar arasında büyük farklılıklar bulunduğundan, yıl boyunca yağan karın kristal yapısı da mevsimlere göre farklılıklar gösterir. Hava soğukken yağan kar, hava nispeten daha sıcak ve nemliyken yağan kara göre farklı bir kristal yapıda olduğundan, oluşturduğu buz da farklı bir saydamlıktadır. Bu şekilde oluşan gözle görülebilir mevsimsel katmanların tek tek sayılması buz örneklerinin yaşının belirlenmesinde kullanılan birincil yöntemdir. Ek olarak, buz üzerine yapılan birçok kimyasal ölçümlerde de mevsimlerin, daha doğrusu sadece yazın görünen güneş ışınlarının etkilerini görmek mümkündür. Bu teknikler bize buzun hangi derinlikte kaç yaşında olduğunu (ne zaman oluştuğunu) belirleme olanağı sağlar.


Şekil 3. İnce bir buz kesiti içinde sıkışmış eski hava kabarcıkları.

Buzun içinde sıkışmış hava kabarcıklarının, oluşumları sırasında buzun içinde sıkışıp kalarak o zamandan bu yana atmosferle ilişkileri kesilmiş olduğundan atmosferimizin kimyasal tarihinin muhafaza edildiği bir arşiv niteliğindedirler. Bu havayı kullanarak sadece atmosferi oluşturan ana gazlar azot ve oksijen değil, onlardan çok daha düşük oranlarda bulunan binlerce gazın oranlarının zaman içerisinde ne kadar değişkenlik gösterdiğini ölçebilmek mümkündür. Bunun en güzel örneklerinden biri buz örneklerinden çıkarılan hava kabarcıklarında yapılan ölçümlerle son 800 bin yıllık atmosfer tarihi belirlenmiş olan karbon dioksit (CO2) gazıdır (Şekil 4).

Günümüz atmosferinde yaklaşık her 400 milyon molekülden biri CO2 dir, yani CO2’nin atmosferdeki karışım oranı 400 ppm’dir (parts per million). Atmosferde nadir bulunan gazlardan (trace gases) olmasına rağmen, CO2’ye önem veriyor ve atmosfer tarihini öğrenmek istiyor olmamızın sebebi bu gazın yeryüzünden yansıyan ısı enerjisini çok verimli bir şekilde emip atmosferin ısınmasına yol açmasıdır. Bu özelliği dolayısıyla en önemli “sera gazı” olarak da anılan CO2’nin atmosferdeki bugünkü düzeyi fosil yakıtların kullanımı dolayısıyla olması gerekenin 100 ppm kadar üzerindedir ve artmaya devam etmektedir. CO2’nin 800 bin yıllık tarihine baktığımızda, atmosferdeki düzeyinin hava sıcaklığıyla doğru orantılı olarak değiştiğini, buz çağlarında düşük, ılıman dönemlerde ise yüksek oranlarda bulunduğu görülmektedir (Şekil 4).


Şekil 4. Dünyanın son 800,000 yılda yaşadığı iklim değişiklikleri (yukarıdaki panel) ve sıcaklık değişiklikleriyle doğru orantılı olarak değişen atmosferdeki CO2 oranı (aşağıdaki panel). Grafik Luthi et al. (Nature, 2008) çalışmasından alınmıştır.

Daha önce de belirtildiği gibi, buz örneklerinde sıkışmış hava kabarcıkları üzerinde yapılan ölçümler CO2 ile sınırlı değildir. Atmosferdeki oranları CO2’den çok daha düşük düzeyde bulunan ve çok nadir gazlar (ultra-trace gases) diye tanımlanan ayrı bir sınıfa ait gazların atmosfer tarihleri de artık ilgi alanımızdadır. Karbon monoksit (CO), karbonil sülfit (COS), metil klorür (CH3Cl), metil bromür (CH3Br) ve etan (C2H6) gibi gazların atmosferdeki oranlarının geçmiş binlerce yıl boyunca ne kadar ve ne sebeple değiştiğini anlamak buz örnekleri kullanılarak yapılan bilimsel çalışmaların en önemli hedefleri haline gelmiştir. Çok nadir gazların ölçümleri sayesinde iklim değişikliklerinin sebepleri, stratosferik ozonda yaşanmış olan doğal değişikliklerin boyutları ve en önemlisi dünya üzerindeki okyanus, atmosfer ve kara sistemleri arasındaki biojeokimyasal döngülerin zaman içinde geçirdiği değişikleri araştırma olanağı bulunacaktır. Günümüzde endüstriyel faaliyetlere bağlı olarak bu tip gazların bazıları çok hızlı değişimler gösterebilmektedir. Buz ölçümleri ayni zamanda bize endüstriyel ve yakıt tüketimine bağlı salınımların olmadığı zamanlarda atmosferin doğal dengesinin ne olduğunu öğrenme ve dengeyi sağlayan unsurları araştırma olanağı sağlayacaktır.

Kısaca buz içine sıkışmış hava kabarcıklarının kimyasal analizini yapan bilim insanları olarak başlıca amaçlarımız; hali hazırda meydana gelen değişikleri zaman içinde daha geniş bir perspektiften görmek, doğal dengeleri ve bizim buna yaptığımız etkileri anlamak, gerektiğinde geleceğe yansıyacak istenmeyen etkileri önlemek için çözümler üretmektir. Bu amaçlara ulaşma yolunda bilim dünyasının elindeki en önemli araçlardan biri kutup bölgelerindeki buz tabakalarında saklı olan tarihtir. Geçmişimizi öğrenerek, geleceğe doğru daha güvenli adımlar atabileceğiz.

Türkler Vavilov’dan Neler Öğrendi, Dersin? – Prof. Dr. Bayram Öztürk – Haziran 2014

TÜRKLER VAVILOV’DAN NELER ÖĞRENDİ, DERSİNİZ?

Bayram ÖZTÜRK

Gastro 71 Ekim-Kasım-Aralık 2013

Anadolu coğrafyası jeolojik geçmişine uygun olarak birçok farklı iklimi, topografyayı ve tür çeşitliliğini barındırır. Bu tür çeşitliliği içinde hayvan ve bitki çeşitliliği en büyük biyolojik sermayedir ve her sermaye gibi büyümesi ve sınırları vardır. Biyolojik sermaye bütün canlı türlerini içerir. Öyle ki, hiç dikkat çekmeyen bir bitki türünden insanlık için örneğin ilaç amacıyla yararlanırken bir başka tür, örneğin buğday neredeyse insan türünün ortaya çıkmasından beri besin olarak kullanılmaktadır.

Bitki genetik zenginliği açısından Türkiye olağan üstü bir konuma sahiptir. Bunu sağlayan ise ülkenin jeomorfolojik yapısı olup bitki ve hayvan gen zenginliği bakımından dünyanın önemli gen merkezlerinden biridir. Meşhur İngiliz botanikçi Davis1 Flora of Turkey isimli kitabında 902 bitki türünden %20’sinin endemik olduğunu yazar. Endemik türleri n başında ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu ‘da bulunan türler gelmektedir. Demir2 Harlan’a atıfla ülkemizde 5 önemli mikro gen merkezi olduğu ve bunların Trakya-Ege özellikle buğday bakımından, Güneydoğu Anadolu başta fasulye, mercimek ve nohut, Samsun-Tokat arası mercimek, baklagil ve yem bitkileri, Kayseri civarı; elma, badem, armut, meyve türleri ile Ağrı civarını elma, kavun, kayısı gibi türler için önemli olduğunu belirtmektedir. Güner ve arkadaşları3 ise ülkemizde toplam 97S3 bitki türü olduğunu ve bunların 303S’inin endemik olduğunu belirtmektedirler.

Kaya ve arkadaşlarına4 göre, Türkiye buğdayın 23, arpanın 8, çavdarın 4, yulafın 6 yabani akrabasına ait önemli gen kaynaklarını barındırmaktadır. Ayrıca, meyve sebze bakımından da zengindir. Örneğin armudun 10, kirazın 8, eriğin 4, bademin 12, marulun 7, havucun 4 ve soğanın 43 yabani akrabası bu topraklarda bulunur. Hayvan gen kaynakları da bundan aşağı değildir. Bu nedenle, bütün dünyada önce doğa bilimciler sonra ise biyolog ve genetikçiler hala devam eden tohum konusuna çok önem verdiler. Tohumun dünya beslenmesindeki ve ekosistem çeşitliliğindeki yeri kavranınca yeni arayışlara girdiler. Örneğin Norveç’in Svalbard Adası’nda küresel tohum bankasının kurulmasının temelleri buraya dayanmaktadır. Bu tohum ban k asında beş yüz binden fazla tohum ve genetik malzeme saklandığı bilinmektedir. Amerikalı siyaset adamı Henry Kissinger bir yazısında, “Eğer gıdayı kontrol ederseniz nüfusu kontrol edersiniz .” diyerek gıda güvenliliğinin önemine bir kez daha atıf yapmıştır.

Sovyet tarım bilimcisi Vavilov, geçtiğimiz yüzyılın değeri anlaşılamayan büyük tarım genetikçilerinden biriydi; ama kendisiyle ilgili tartışmalar devam ediyor. 26 Ocak 1943 yılında Sovyetler Birliği hasta hapishanesinde açlıktan ölürken sadece SS yaşındaydı. Esasen Avrupa’da Hitler genetik bir gerekçe olarak üstün ırk hayalleriyle insanlığı felakete sürüklerken Stalin ise Lysenko isimli başka bir tarım genetikçisiyle Sovyet devrimine adeta genetik bir gerçeklik kazandırmaya çalışıyordu. Buna karşı olan ise Vavilov’du ve o Vavilov ki, dünyada bulunan sekiz gen kaynağının merkezleri arasına Yakın Doğu ve Akdeniz’i de koyuyordu ve bu alanlar içinde Türkiye tam bir kesişme bölgesi oluşturuyordu. Yani, Anadolu dünyanın en önemli bitki genetik merkezlerinden biriydi.

Kayısıdan incire, nardan buğdaya yulaftan sağana kadar birçok tür yerli türlerdi. Bu gerçeklik ülkemizde çok uzun yıllar sonra anlaşılmaya başlandı.

Vavilov birkaç Avrupa lisanını iyi konuşan, çalışkan ve yüzlerce makale yazan biriydi; ama daha çok kuramsal çalışmalara meraklıydı, en kötüsü de Stalin’i desteklemiyordu ve sorun burada başlıyordu. Çünkü birçok Avrupa ülkesinden topladığı tohumların çaprazlanmasında ve seçiminde daha seçici davranırken, Stalin’in desteğini alan Lysenko tarımsal üretimi artırmak için “vernalizasyon ” denilen bir teknik kullanarak yüksek verim ve üretim vaat ediyordu. Üstelik politik iklim nedeniyle Stalin’in desteğini de almıştı. Biyopolitik hırsları için zamanlama ve konjonktür buna çok uygundu. Lysenko’nun fakir bir Ukraynalı aileden gelmesi, Sovyet tarım ve bitki araştırmalarında rejimi mutlu edecek zaman zaman da başarılı çalışmalar yapması rejim tarafından dikkatle takip ediliyordu. Bilimsel olarak daha pratik ve rejimin günlük beslenme, başta da orduyu besleme konularına kafa yararken birçok buğday türünün de çaprazlama deneyleri ve ıslahını yapıyordu. Benediktov’a göre Kavkaz, Avrora ve Bezostaya-1 gibi yeni türleri selekte ederek Sovyet tarımına başarılı hizmetlerde bulunuyordu. İşte, Vavilov ile Lysenko arasındaki bilimsel ve ideolojik savaşı Lysenko kazanınca Vavilov ‘a da hapishane veya hastane/hapishane karışımı bir yerde cezasını çekme yolu göründü. Zaman içinde Vavilov birçok suçtan yargılandı. Bunlar arasında hibritleme, sistematik tür toplama, alttürler gibi sorunları göz ardı etmesi, eski Mendel teorilerinin içinde boğulmak, faşistlerle işbirliği yapmak, sabotaj ve devlet parasını gereksiz işlerle kullanmak, İngiltere için casusluk, sağcı örgütlerle işbirliği ile Sovyet tarımına sabotaj da vardı. Nihayet 1940 yılında Ukrayna’da bir araştırma gezisindeyken tutuklandığını öğrendi. Önce Moskova, daha sonra ise Saratov Hapishanesi ‘ne tıkıldı. 1943 yılında ölene kadar orada kaldı. Araştırmalar sırasında 40 kadar ülkede bitki ve tohum toplayıp enstitüye getiren Vavilov ve öğrencileri ikinci Dünya Savaşı’nın en zor günlerinde bile tohumları saklayarak korumasını bildiler. Adını taşıyan Sen Petersburg’taki enstitü halen dünyanın en önemli genetik materyallerini barındırır, diyor James Crow Vavilov ‘u anlatırken.

Acaba Anadolu’yu gen merkezinin içine yerleştiren Vavilov’dan biz neler öğrendik Kışlalıoğlu ve Berkes5 Biyolojik Çeşitlilik isimli kitaplarında Cumhuriyet döneminde başta İstanbul Yeşilköy ‘de kurulan yüksek ziraat okulunda ve tahıl, baklagil ve endüstri bitkileri olmak üzere 50.000’den fazla tohum örneğinin toplanıp muhafaza edildiğini yazar. Daha sonra, Menemen’de kurulan gen merkezi de tohum bankası işlevini görür. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bu konu gündemde yer alır. Çünkü hayvan ve bitki genetik kaynakları biyolojik çeşitlilik sözleşmesinin bir parçası olduğu kadar bizim yani Türklerin de bir parçası olduğu anlayışıyla hareket edilir. Ama daha sonra bu konu politik konjonktüre uygun olarak gündemin alt sıralarına yerleşir. Türkiye gibi adeta dev bir gen bankası olan ülkede bu konudaki yayınlar da çok azdır. Bu konuları çalışan biyolog, botanikçi ve tarımcı sayısı ise çok düşüktür. Tabii, hayvan gen kaynakları konusu da ihmal edilmiştir. Örneğin bu dönem içinde devlet üretme çiftlikleri ya kapatılır veya küçültülür. Yerinde koruma konusu ciddiye alınmaz. Anadolu’ya gelen Türklerin binlerce yıllık besinini sağlayan bitki veya hayvan türlerinin yok olması karşısında sadece üzülmeli miyiz? Bence daha fazlasını yapmamız lazım. Anlaşılan o ki, Anadolu sadece arkeolojik veya kültürel bir hazine içermiyor, aynı zamanda biyolojik hazineler de içeriyor ki, biz bunun acaba ne kadar farkındayız? Bu konudaki ulusal bilinci geliştirmek için sıkı koruma önlemlerinin şart olduğunu da söyledik6. Nesli azalan türleri yerinde, üreterek veya belli şartlarda dondurup depolayarak gelecek kuşakların gıda güvenliğinin sağlanması için bırakmak lazım. Aklıma, acaba biz neden bu kadar zengin tür çeşitliliği olan bir coğrafyada Ağrı veya Cilo Dağlarında bir tohum bankası kurup olası bir felaket halinde bütün Orta Doğu’ya bu genetik mirası tekrar dağıtmak için bir plan yapmıyoruz sorusu geliyor. Çünkü tohum, tarım başladığından beri yok olan bir maddedir ve bu karmaşık coğrafyada, olası büyük krizlerde Orta Doğu’da bunu koruyup gerekli şekilde bölge ülkelerine verecek bir başka ülke bence yok. Ama bu bankaya katılım gönüllülük temelinde olmalıdır. Diğer yandan, tohum çevresel koşullara çok bağımlıdır. Yani iklim değişikliği, yangınlar, kirlenme vs. nedenlerle yabani ve endemik türler hızla azalmaktadır. Bu gerçek bilindiği için son zamanlarda tohum üretimi, dağıtımı ve satışı üzerinde büyük tartışmalar devam etmektedir. Birçok çok uluslu şirket yıllar önce bu konulara yatırım yaparak ön alma stratejisini de başarıyla uyguladı.

Tohum gibi insanlığın ortak bir mirasının büyük şirketler tarafından genetik yapısı bozularak veya saf halde patentlerinin alınması, çalınması, hatta yerel pazarlarda bölgesel türlerin tohumlarının satışının engellenmesi veya tüketicilere bir çeşit ceza verilmesi dünya nimetlerinin nasıl büyük şirketler tarafından talan edildiğini gösteriyor. Bu nedenledir ki; Rockefeller Vakfı, Bill Gates ve diğer büyük kuruluşlar Kuzey Kutbu’nda “kıyamet tohum deposu” veya bankası kuruyorlar. Onlara bu tohum toplama hakkını kim veriyor? Yeryüzünün bütün tohum çeşitliliğini saklayacak bir bankanın zaman içinde bütün uluslara adil davranacağını kim garanti edebilir? Bu bankayı kuranlar veya finanse edenler günün birinde karar değiştirip bu işten çekilirlerse ne olacak? Bu topladıkları tohumları günün birinde bize tekrar satmayacaklarını nereden biliyoruz? Türlerin genleriyle oynanarak biyolojik savaş için kullanılmaları hiç mi olası değil? Genetik kaynakların serbest dolaşımı, kaçak veya ticari amaçlı olarak kullanılmasına karşı olası tedbirler nasıl alınacak?

Aklıma ülke gen kaynaklarının geniş kitlelere duyulması ve korunması için geniş bir kampanya geliyor. Hem hayvan hem de bitki gen kaynaklarımıza sahip çıkmak öncelikle yok olmasını önlemek, tehditleri azaltmak, bilinç uyandırmak, yurt dışına çıkış ve kaçak götürülmeyi engellemek, dışarıdan gelen tohum ve diğer türleri ciddi olarak kontrol etmek, GDO konusunu daha iyi takip etmek için bir şeyler yapılmalı? Bunlar sadece devletin görevi midir? Herkesin görevi değil mi?

Bu kampanyaya iyi örnekler buğday ve arı olabilir. Buğday stratejik bir maddedir, üretim artışı ve düşüşleri devletleri, toplumları çabucak altüst edebiliyor. Arı balı üretimi ise çıkmazdadır. Saf geni korumak neredeyse imkansız, kontrolsüz ve bölgeden bölgeye arı taşınmaları deniyle sorunlar çıkıyor. Balların özellikle güçlü ilaç özelliğinden dolayı “deli balın ” sürdürülebilirliğini sağlamak için çalışmak lazım. Bu balı yiyerek hastanelere doluşan insanlara da ulaşmak lazım. Ksenofon Onbinlerin Dönüşü kitabında Perslerle Pontusların savaşında balın biyolojik silah olarak nasıl kullandığını yazar. Bal yolu anlayışıyla Giresun, Trabzon, Rize’den Gürcistan’a yürümek… Yürürken bitkileri toplayarak haritalamak, sonra herbaryumlara taşımak, tohum izi sürmek. Bunu ilköğretim okullarına yayarak genel bir kampanyaya dönüştürerek farkındalık yaratmak. Karadeniz dağları ile Doğu Anadolu dağları arasındaki derin diagonal vadilerin oluşturduğu mikro klimada ilginç türler keşfedilmeyi bekliyor. Likya yolu nasıl oluyorsa, bal yolu da pekala olabilir. Üzerinde hiç mi düşünülmeye değmez dersiniz?

Sonuç; bitki ve hayvan gen kaynaklarının değeri para olarak ölçülemez. Bize gelince Anadolu coğrafyasında bulunan tür çeşitliliğini o kadar hoyratça kullandık ve değerini o kadar sonra anladık ki, korunması konusunda geç kaldık. Son zamanlarda bazı belediyelerin tohum takası, eski tohum araması, yerel tohumları tanıtması gibi işlere soyunması ise umudumuzu artırıyor. Bu çabaların başarılı olmasını diliyorum. Ama resmin geneline baktığımızda genetik çeşitlilik, Vavilov ve Anadolu’nun gen merkezi olması konusunu hala anlayamadığımız açık. Bu nedenle de başta biyologlara, botanikçilere, ziraat mühendislerine, veterinerlere ve bilinçli vatandaşlara yani bireylere çok iş düşüyor.

Hayvan gen kaynakları ve tohum bankalarımızın hali ise başka bir yazı konusu.

Kaynaklar:
Crow, F.J., N.I. Vavilov, Martyr to Genetic Truth, Anecdotal, Histarical and Critic Commentaires on Genetic, Genetic Society of America, 1933.
Davis, P.H., Flora of Turkey, Edinburg University, Press, 1965.
Demir, İ., Genel Bitki Islahı, Ege Üniversitesi, 1975.
Güner, A., Aslan, S., Ekim, T., Vural, M. Babaç, M.T., Türkiye Bitkileri Listesi, Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi ve Flora Araştırmaları Derneği, İstanbul, 2012.
Kaya, Z., Kün, E., Güner, A., Ural, E., Atay, S., Türkiye Bitki Genetik Çeşitliliğinin Yerinde (in situ) Korunması Ulusal Planı, Çevre Bakanlığı Çevre Koruma Genel Müdürlüğü , 1998.
Kışlalıoğlu, M., Berkes, F., Biyolojik Çeşitlilik, TÇSV Yayınları Ankara, 1987.
Litov, V., Stalin ve Hruşçov Hakkında, Yazılama Yayınları , 2. baskı, İstanbul, 2009.
Öztürk, B., Yerli, S., Natural Heritage of Turkey, TÜDAV Yayınları , 2002.

1 Davis, 1965.
2 Demir, 1975.
3 Güner ve ark., 2012.
4 Kaya ve ark., 1998.
5 Kışlalıoğlu ve Berkes, 1987.
6 Öztürk ve Yerli, 2002.

Balıkçılıkla İlgili Gözlemlerim – Orhan Başar – Mayıs 2014

Sayın Lütfi Elvan
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı
Çok muhterem beyefendi;

Denizlerimizdeki ekonomik değeri yüksek her tür balığımızın, son otuz yıllık süreçte, aşırı para kazanma hırsıyla, yasalara aykırı ve kasıtlı olarak insafsızca avlanılmaları nedeniyle, inanılmaz şekilde ve sür’atle dölleri tüketilmiş bulunmaktadır.
Devletimizin bu konuda vazettiği yasalar, yaptırımlar ve kontrollerinin de maalesef yetersiz kalmasından mütevellit, durumun her geçen gün daha da kötüye gitmesinden ötürü, yıllarca bu işin içinde bulunan bilgili ve deneyimli bir kişi olarak, olumlu katkıda bulunmak amacıyla önerilerimi naçizane arz etmeyi gerekli ve zorunlu gördüm.
Bu itibarla, Su Ürünleri Genel Müdürlüğüne hitaben kaleme aldığım 04.10.2010 ve 30.05.2011 tarihli iki raporum ile (Ek-1,2), bunlara karşılık Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanı adına Sn. Dr. Cevdet Akdeniz tarafından imzalanarak, yazılarımdaki görüş ve önerilerimin dikkate alınacağı belirtilen 14.10.2011 tarihli cevabı yazıyı (Ek-3) ilişikte sunuyorum.
Ancak, bahis mevzuu üç belgeyi okumanızdan evvel, ilişikteki özgeçmişimden de anlaşılacağı veçhile (Ek-4), denizcilik, dalgıçlık ve balıkçılık hakkında sahip olduğum bilgi ve birikirnlerim arasında özellik arz eden olaylardan bazılarını, ehemmiyetlerine binaen öncelikli olarak açıklamayı gerekli görmekteyim.
Şöyle ki;
1- Atlas Okyanusu’nda dalış:
Başmüfettiş olarak görevli bulunduğum Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı Kamu Kuruluşu olan Deniz Nakliyatı Genel Müdürlüğü’nde yapılan sınavı kazanarak, Portekiz’deki Lizbon Acentemiz Frenave arasında aktedilen sözleşmeye istinaden, altı ay süreyle iaşe ve ibadem mezkur acente tarafından karşılanmak üzere, bilgi ve görgümü geliştirmek için, Temmuz 1972 ayında stajyer olarak öğrenim yapmak için Lizbon’a gönderildim.
Benim, Türkiye’de dalgıç ve balıkadam eğitmeni olduğumu öğrenen acente yetkilileri, Lizbon’daki balıkadam kulübüne bu özelliğini bildirince, Kulüp Başkanı da, Eylül 1972 ayının ikinci pazarında yapılacak dalış programına iştirak etmem için beni davet etti.
O sabah, acentede görevli bir personel beni kulübe götürdüğünde çok güzel karşılandım ve bana, o günün anısına, Portekizli denizcilerin kullandığı, keçi kılından örülmüş bir bereyi ve kulübün armasını hediye ettiler. Kız, erkek 35 öğrenci, ben ve Portekizli diğer üç eğitmen ile birlikte tekneye binerek Atlas Okyanusu’na açıldık. Dalış programına göre uygulanacak hareketleri ve işaretleri öğretmek üzere, bir kız ve bir erkek öğrenciyi benim sorumluluğumda eğitmem için tefrik ettiler.
Dalış yapılacak bölgenin koordinatlarına ulaşınca, elbiseleri giyip, tüpleri, paletlerimizi ve dalış gözlüklerimizi de taktıktan sonra birer birer suya atladık. Öğrencilerden birini sağıma ve diğerini de soluma alıp, gerektiği şekilde işaretleşerek yavaş yavaş 36 metre derinliğe inmeye başladık. Dibe ulaştığımızda gördüğüm manzara karşısında çok şaşırdım. Çünkü 3-4 kiloluk kocaman mercan, sinarit, karagöz ve ismini bilmediğim diğer balıklar hiç korkmadan ve kaçmadan aşağıda adeta bizi bekliyorlardı. Birlikte daldığımız kız öğrenci, kurşun ağırlık kemerinin arasına sıkıştırdığı ufak bir keseyi çıkararak içindeki katı olarak pişirilmiş ve ayıklanmış yumurtaları alıp birini bana, öbürünü de diğer arkadaşına verdi. Ben onların bu yumurtaları ne yapacaklarını merakla seyrederken ikisi de bıçaklarıyla yumurtaları keserek balıklara yedirmeye başladılar ve bana da ayın şeyi yapmamı işaretle anlattılar. Balıkların, elimdeki yumurtayı adeta bir kümes hayvanı gibi kapışarak yemelerini ilk kez gördüğümden, bu manzarayı hiç unutamadım.
Balıklara çektiğimiz bu ziyafet bitince, işaretle anlaşarak yukarıya çıkmaya başladık ve yirminci metrede, bir tedbir olarak, dekompresyon için 6-7 dakikalık bekleme yaptıktan sonra, gene yavaş yavaş yükselip su üstüne ulaştık. Tekneye çıkıp her zaman yapıldığı gibi dalış muhabbeti sırasında, scuba, yani, tüple dalışta balık avlamanın tam 10 yıl önce, 1962 yılında Portekiz’de yasaklandığını ve bu yasağa uymayanların yakalandığında, ilk kez bir ay hapisle, veya, bin Escudo (Portekiz parası) ödemek suretiyle ağır şekilde cezalandırıldığını hayretle öğrendim.
Bu meyanda, Portekizli balıkçıların avlanmaları hakkında aşağıda açıklayacağım bilgileri de, ilginizi çekeceği düşüncesiyle, arz ediyorum.
Staj gördüğüm Frenave Acentelik binası Portekiz’in en işlek caddelerinden biri üzerinde idi ve Lizbon Balık Hali’nde Acente’ye yaya olarak beş dakikalık mesafede bulunmaktaydı. Bazı sabahlar işe giderken bu balık halinin içinden geçer ve hem balıkların çeşidini, güzelliğini, bolluğunu seyreder, hem de, neredeyse tamamı yaşlı kadınlardan oluşan satıcıların avaz avaz kendi şiveleriyle bağırarak balığı kesip, temizleyip servis yapmalarını zevkle izlerdim.
Portekizli balıkçıların avlanma yöntem ve kullandıkları teknelere gelince;
Azami ı 2-ı 3 metre uzunluğundaki ahşap ve motorsuz tekne için iki ayrı ekip oluşturulur.
Bu ekibin her biri, kıçta, bir dümenci reis, iskele tarafında dört ve sancakta da dört tek olmak üzere, sekiz kürekçiden teşekkül eder. Bu ekip, kürekle Atlas Okyanusu’na açılıp, ana servis gemisinin bulunduğu bölgeye giderek, yaz-kış, gece-gündüz demeden üç ay süreyle avlanırlar. Bu sürecin bitiminde, karaya dönüp teknenin onarımı ve ağların merametini (tamirini) üç ayda tamamladıktan sonra tekrar avlanma bölgesine dönüp yine üç ay süreyle durmaksızın avlanırlar ve böylece, her teknenin mürettebatı bir yıl içinde toplam altı ay olmak üzere okyanusta boğuşurlar.
Bu, zor, tehlikeli ve mahrumiyetle geçen işten ötürü de, söz konusu balıkçılar askerlikten muaf tutulurlardı.
Lizbon Balık Hali’nde çalışanların büyük çoğunluğunun kadın olmasının nedeni, Atlas Okyanusu’nda balık avlanmaları sırasında fırtınalarla boğuşurken birçok balıkçının hayatım kaybetmiş olmasından ileri geldiği gibi, Portekiz’in hüzünlü ve acıklı güftelerden bestelenmiş olan ünlü “F ADO” şarkıları da, denize açılıp bir daha geri dönemeyen balıkçılardan, babalar, kardeşler ve yavukluların ağıtlarından oluşan elim hikayelerden derlenmiştir.
Öte yandan, Portekiz’de yapılan boğa güreşinin özelliği itibariyle, ı 972 Eylül ayının bir Pazar günü Lizbon’da gittiğim boğa güreşini izlerken çektiğim kısa süreli CD’yi ilişikte sunarak (Ek-5) bu konudaki açıklamayı lüzumlu gördüm.
CD’de göreceğiniz üzere, yapılan gösteri sonunda, ekipteki boğa güreşçilerinden biri boğanın kuyruğunu yakalar, boğa bu matadora vurmak için döndürüp döndürüp de, vurmayı başaramadığı takdirde boğa mağlup addedilir ve komşu İspanya’da olduğu gibi insafsızca öldürülmez.
Mağlup olan bu boğanın yanına içeriden salınan sığırlar gelir ve hepsi birlikte arenanın içindeki ağıla alınır. Mağlup sayılan boğa burada nizami şekilde kesilir ve eti de fakirlere yardım için dağıtılır.
Bu CD’yi izleyince, İspanya’daki arenalarda yapılan gösteri sonunda, matador tarafından boğaya uygulanan insanlık dışı infazı düşündüğünüzde, Portekizliler hakkındaki takdirlerinizin olumlu olacağına inanıyorum.
2- Kuzey Denizi’ndeki yengeç avcılığı:
Televizyonun “Discovery” kanalının “Deatly hunting”(ölümcül avcılık) adlı programında, Kuzey Denizi’nde yengeç avlayan denizcilerin yaşadıkları inanılmaz güç ve tehlikeli hayatlarını mutlaka izlemişinizdir. Bütün güvertenin eksi 20 derecede buzla kaplandığı, 7-8 kuvvetindeki fırtınada dev gibi dalgaların teknenin başından girip pupasından çıkarken ayakta bile zor durulduğu, yengeç tuzağı kafeslerin başlarına çarparak her an ölüme sebebiyet verebileceği ve bir anlık ihmalin dahi asla affedilemeyeceği ortamda çalışan bu insanların içinde bulundukları inanılmaz koşullar, bizim balıkçılarımıza kıyasla çok daha tehlikeli, zor ve ölümcüldür.
Hal böyle iken, bu çok zor şartlar altında dahi, kafesten çıkarılan her yengecin tek tek kontrolü yapılır ve yasayla tespit edilen ölçüden daha küçük olanlar ile karnının altında yumurta bulunan dişi yengeçlerin tekrar denize atılmasına azami dikkat gösterilerek, koşullar aynen yerine getirilir.
Ayrıca, söz konusu yengeç avcılığının çok kısa olan süresi, o sezondaki programa göre, avlanma bölgesindeki bütün teknelere “VHF” telsizi ile yapılan anonsla tespit edilen tarihte belirlenen saatten, ne beş dakika önce başlamaları ve ne de, beş dakika sonra bitirmeleri mümkün değildir. Aksi takdirde, yukarıdaki koşullardan birine dahi uymadığı tespit edilen teknenin, gelecek sezonda avlanma hakkı iptal edilir. İşte, ancak bu yaptırım ve etkinliklere koşulsuz uyulması sayesinde, Kuzey Denizi’ndeki yengeç avcılığı, çok uzun yıllar devam eden süreçte aynı bereketiyle süregelmektedir.
3- Komşumuz Yunanistan’daki uygulama:
Uzun yıllar önce komşumuz Yunanistan’ın, Mora yarımadası güneyinde ve diğer adalarındaki balıkçıları, aynen bizim balıkçılar gibi, mevcut yasalara aykırı olarak balık türünün soyunu tüketecek şekilde avlanıyorlar, aşın para hırsıyla, uyanlara rağmen yasak avcılığa devam ediyorlardı.
Yunan hükümeti de bunu önlemek için çok ağır bir karar aldı. Bu karara göre, gündüz veya gece yasak bölgelerde ve kullanılması menedilmiş teçhizatla dipte sürtme suretiyle trol çeken veya gırgır ve algarna teknelerinin tespit ve yakalanması halinde, bu teknelerin kaptan ve mürettebatı Sahil Güvenlik Botu’na alınacak ve suçüstü yakalanan tekne de, içindeki ağlarla birlikte batırılacaktı. Bu karar, bir ay süreyle ve her türlü ilan yoluyla ülke balıkçılarına duyurulmuştu.
Yunanlı balıkçılar, hükümetin aldığı bu kararı, her zaman olduğu gibi, önemsemeyip işlerine yine devam ettiler. Ancak, yasaklanmış bölgede avlanan balıkçıyı yakalayan bir devriye hücumbotu, yasa kararını aynen uyguladı.
İşte, yalnızca bu tek infazla, işin şakası olmadığını anlayan Yunanlı balıkçıların, o tarihten sonra koşulsuz olarak yasalara aynen uymaları sağlanmış ve böylece, Yunanistan kıyılarındaki balık neslinin korunması da mümkün olabilmiştir.
4-Yüksek Denizcilik Okulu son sınıf öğrencilerinin şikayeti:
Deniz Nakliyatı T.A.Ş Genel Müdürlüğünde Başmüfettiş olarak görevli bulunduğum 1976 yılında, Yüksek Denizcilik Okulu’nda “Fizik Kondisyon” departmanında Baş Eğitmen olan rahmetli Ruhi Sarıalp hocamız (1948 yılında Londra Olimpiyatları’nda atletizm dalında Türkiye’ye ilk madalya getiren mümtaz insan), bağlı olduğumuz Ulaştırma Bakanlığı’na müracaatla, benim, okulun Güverte ve Makine bölümündeki son sınıf öğrencilerine haftada iki gün öğleden sonraları balıkadam(scuba) eğitmenliği yapmamı önerdi. Teklifin, Bakanlık tarafından olumlu karşılamasıyla, bu ek görevime başladım.
Çok kısa bir süreçte öğrencilerimle güzel bir diyalog kurdum. Bir gün, ders bitiminde, arkadaşlarımın temsilci olarak seçtikleri iki öğrenci yanıma geldi ve yemekle ilgili bir şikayetlerini okul yönetimine iletmemi, rica ettiler. Konunun ne olduğunu öğrenmek için sorduğum suale karşılık aldığım cevabı hiç unutamadım. Serzenişlerinin nedeni, öğle veya akşam yemeklerinde “kalkan” balığının çok sık verilmesiymiş.
Bu gün büyüklerinin kilosu yüz liraya satılan kalkan balığımızın akıbetinin nereden nereye geldiğini ve bu emsalsiz balığın dölünün bugün nasıl kurutulduğunu görünce, buna sebep olanları esefle kınıyorum.
Yukarıdaki bölümde açıklanan hususlardan anlaşılacağı üzere:
Kuzey Denizi’ndeki yengeç ve diğer ürünler için Norveç’in, Atlas Okyanusu’nda çok zor şartlarda büyük fedakarlıklarla avlanan balıkçılar için Portekiz’in, Ege Denizi’nde en ağır yaptırımları uygulayarak balıkçılarını koşulsuz olarak yola sokan komşumuz Yunanistan’ın, velhasıl, GERÇEK DENiZCİ olan diğer ülkelerin kendi denizlerindeki avlanmalarla ilgili olarak koyduğu yasa ve yaptırımları istisnasız ve tavizsiz uyguladığı gibi, bizim ülkemizde de aynen onların yaptığı şekilde yasa ve yaptırımlar uygulanmış olsaydı, büyük tekne sahibi olan balıkçı ağaları, son otuz yıldan fazla süreçte aşırı para kazanma hırsıyla adeta terör estirerek balığın dölünü kuruturcasına avlanamayacaklar ve böylece, hem bizlerin ve gelecek kuşakların haklarını alenen gasp edemeyecekler ve hem de ekolojik dengeyi bozmak suretiyle, ticari değeri çok yüksek olan her tür balık popülasyonunu tüketemeyeceklerdi.
Bu konuda haklılığımızı teyit eden sayısız olaylardan sadece birini aşağıda açıklamayı faydalı ve gerekli görmekteyim. Şöyle ki:
Bilindiği üzere, ticari amaçlı su ürünleri avcılığım düzenleyen 2012/65 no .lu tebliğin palamut ve torik avcılığına mütedair 19. maddesinin birinci fıkrasında aynen;
“Tüm karasularımızda, 1 Nisan-31 Ağustos tarihleri arasında, ağ dalyanları dahil, her türlü istihsal vasıtası ile palamut ve torik avcılığı yasaktır. Ancak, 15-31 Ağustos tarihleri arasında çapari ile palamut avcılığı serbesttir.”
Hükmü yer almaktadır. (Bu son cümle, özellikle amatör balıkçıların belirtilen tarihte zevk için yapacakları azami 50-60 adet palamutun avcılığı hükmüne matuf bulunmaktadır.)
Geçtiğimiz 2012 yılının Ağustos ayının ortasında yasaklı sürecin devam ettiği tarihte, kendini çok akıllı zanneden fakat utanma duygusundan yoksun bir balıkçı, çok rahat bir şekilde ve fütursuzca, Karadeniz’de attığı ağla balığı çevirerek on binden fazla palamut yakalayıp balıkhaneye getirmiştir.
Söz konusu balıkçı, yukarıda açıklanan tebliğin ı9. maddesinin birinci fıkrasındaki son cümleye istinaden, çapari ile palamut avlanmasının serbest olduğunu çok iyi bildiğinden, balık haline getirdiği binlerce palamutu “çapari ile tuttum” diyerek, göz göre göre yalan söylemesine rağmen, hakkında herhangi bir takibat yapılmamıştır. (Bu durum yazılı ve görsel medyada yayımlanmıştır.)
Oysa, denizde ve balık halinde kontrol ile yükümlü görevlilerin, on binden fazla palamutun azami 50 iğneli bir hatta iki çapariyi birden denize atar atmaz balığı hiç aramadan hemen o dakikada yakalandığı farz edilse dahi, balığın teker teker çapariden alınması için geçen süre de dahil edildiğinde, bu çokluktaki balığın bir günde yakalanmasının mümkün olamayacağını basit bit hesapla bilmeleri gerektiği halde, böyle bir işleme tevessül edilmediği, ayrıca, çapari ile avlanan palamutun alt veya üst dudağında geçen çapari iğnesinin girdiği delik izinin mutlak suretle kolaylıkla görüleceğinin mümkün bulunmasına rağmen, böyle bir incelemeye de lüzum görülmediği, bilhassa dikkati çekmiştir.
5-Adalar çevresinde gırgırla avlanmanın yasaklanması:
Mümtaz bir büyüğünün tavassutu ile tanıştırıldığım için mutluluk ve onur duyduğum İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Bayram Öztürk hocamın davetiyle, 19.02.2013 Salı günü Büyükada Belediye Başkanlığı’ndaki toplantıya katıldım.
Adalar Belediye Başkanı Sn. Dr. Mustafa Farsakoğlu’nun riyasetinde yapılan panelin gündemindeki;
A- Deniz kirliliğinin önlenmesi için alınması gereken tedbirler hakkında, toplantıya katılanların görüşlerinin alınması suretiyle yapılan anket neticesinin değerlendirilmesi,
B- Gırgır ve trolun, hem, İstanbul hem de, Çanakkale Boğaz’larımn istisnasız her yerinde ve yılın ı 2 ayında da kesinlikle yasaklanması bakımından ilgililerle gerekli temasa geçilip, bu konuda olumlu neticenin acilen sağlanarak Resmi Gazete’de yayımlanması için, yetkili merciler nezdinde girişimlerde bulunulması,
C- İstanbul ve Adalar Gıda, Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğünce, daha ufak boyutta da olsa, gerekli kontrollerin layıkıyla yapılabilmesi için asgari üç sahil güvenlik botunun daha filoya dahil edilmesi imkanlarının oluşturulması,
D- Adalar çevresinde gırgır yasağı konusunda ulaşılan olumlu sonucun (Ek-6), Marmara Denizi’nin lüzumlu görülen diğer bölgelerinde de tatbik edilmesi bakımında yetkililer nezdinde teşebbüse geçilmesi,
Konuları Sayın Prof Dr. Bayram Öztürk tarafından sühulet ve basiretle yönetilmesini müteakip, büyük çoğunluğun desteklemesi suretiyle amaçlanan netice istihsal edilerek toplantı sonlandırılmıştır.
6-Günümüzde uygulanan yasa ve yaptırımlar:
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından düzenlenen 2013/65 numaralı, ticari amaçlı su ürünleri avcılığına ait, meriyette bulunan ve 01.09.2012-31.08.2016 tarihleri arasında uygulanacak cem’an 74 sahifelik tebliğde;
Bütün denizlerimiz ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarında her türlü trol, gırgır ve diğer ağlarla avlanılması yasaklanmış süreçler, koordinatları belirtilerek ufak ölçekli haritalarda gösterilen yasaklı av sahaları, ağ gözleri açıklıklarının ölçüleri, teknelerde bulundurulması gerekli belgelerin nelerden ibaret olduğu, vel hasıl, birçok konuların kapsamlı şekilde açıklandığı,
Ayrıca, 1380 sayılı Su ürünleri Kanununun 24. Maddesi hükmüne göre de;
Marmara Denizi ile İstanbul Boğazında her türlü trol ile su ürünleri avcılığının kesinlikle yasaklandığı ve bu hususun ilişikteki 48 numaralı haritada (Ek-7) gayet net olarak tebarüz ettirildiği memnuniyetle müşahede olunmuştur.
Ancak, bu kadar kapsamlı olarak düzenlenen söz konusu tebliğde bütün yasakların belirlenmesine rağmen, bu yasaklara karşı suç işleyenlerin cezalarının nelerden ibaret bulunduğunun öğrenilmesi amacıyla yaptığımız incelemede;
A- Yaptırımların 22.03. ı 97 ı tarih ve 13 80 sayılı çok eski süreç li Su Ürünleri Kanunu ve 10.03.1992 tarih-22223 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Su Ürünleri Yönetmeliği’nde belirlenen yaptırımlara istinaden gerekli işlemlerin uygulanarak cezalandırılacağının açıklandığı görülmüştür.
Örnek olarak;
Mezkur tebliğin, ceza hükümleri bölümünde:
Üçüncü maddenin ilk altı fıkrasındaki hükümlere uymayanlara iki yüz elli milyon ile bir milyar lira arasında değişen para cezası ile tecziye edileceği açıklanmış olup Türk lirasından altı sıfır atılmasından sonraki yapılan işlem neticesinde ortaya çıkan sonuca göre, bu günkü değerinin., iki üç kasa balık fiyatı tutarı olan, 200-300 lira gibi çok cüz’i bir meblağa tekabül ettiği tespit olunmuştur.
B- Çevirme ağlarına ilişkin yasaklarda, İstanbul Boğazı’na ait 105 numaralı haritada gösterildiği üzere (Ek-8), Kadıköy İnciburnu-Ahırkapı ile Çubuklu Kozaburnu’na kadar olan hat arasındaki bölge ile “trafik şeridi içindeki” saha tabiriyle belirlenen alanda, gırgır ağları ile su ürünleri avcılığının yasaklanmasına rağmen, Çubukla’dan Kilyos’a kadarki bölgede, her ne sebeptense ve hiç gerekınediği halde, gırgır ağları ile avianılmasının serbest bırakıldığı, aynı şekilde, Çanakkale Boğazı’nda da 102 numaralı haritada gösterildiği veçhile (Ek-9), büyük bir alanda avcılığın serbest tutulduğu, görülmüştür.
C- Söz konusu 24 üncü maddenin birinci fıkrasındaki bilgiye göre, kılıç balığının;
15 Şubat-15 Mart ve 1 Ekim-30 Kasım tarihleri arasında avlanması, güvertede bulundurulması, başka bir gemiye aktarılması, sevkiyatı veya karaya çıkarılmasının yasaklandığı, ancak, yasaklı tarihlerin hangi denizlerde geçerli olduğunun belirtilmediği görülmüştür.
Oysa, hem, bizzat yaşadığımız olaylardan edindiğimiz bilgilerden, ve hem de, tarafımızdan ciddi ve güvenilir kaynaklardan yapılan incelemelerden, kılıç balığının;
Marmara’da – Nisan-Haziran,
Ege’de – Kasım-Mart,
Akdeniz’de-Haziran-Eylül aylarında, asgari ı0-15 milyon gibi inanılmaz miktarda yumurta ile yüklü bulunduğu tespit edilmiştir.
Bu itibarla, denizlerin belirtilmemesi durumunun, art niyetli balıkçılarca, yakaladığı balığın, yasak sürecine girmeyen bir denizde tuttuğunu ileri sürerek, uygulanacak cezadan kurtulmasına müsait bir durum yaratabileceğinin mümkün olduğu görülmüştür.
D- İlişikteki listede görüleceği üzere (Ek -1 0), lüfer balığının, kuyruk yüzgeci dahil edilmek suretiyle, 20 santim olarak gösterilen boyu gerçeği asla yansıtamaz. Zira, 5 santimlik kuyruk yüzgeci, tebliğde belirlenen 20 santimlik uzunluktan düşüldüğünde, lüferin boyu, 15 santime iner ki, ortaya çıkan bu boyut, lüferin küçüğü olan ve henüz döllenme boyutuna erişememiş bulunan, sarıkanat çinakopları da içine alır. Bu taktirde, döllenme boyutuna henüz erişememiş olan sarıkanat ve çinakopların da, hem serbestçe avlanılmasına, hem de, balıkçılarda ve pazarlarda serbestçe satılmasına sebebiyet verilir ki, böyle bir uygulama, lüfer popülasyonunun korunması değil, dölünün alenen tüketilmesinin teşviki anlamına gelmektedir. Yıllarca, yemli zoka ile avladığımız lüferin boyu, kuyruk yüzgeci de dahil edildiği takdirde, asgari 30 santimden daha ufak olamaz. Bu boyuttan sonra 40-45 santim olanlar da kofana sınıfına girer.
Bu bağlamda, mezkur tebliğin, balıkların boy ve ağırlıkları hakkındaki yasakları açıklayan 17. maddesinde; kırlangıç, palamut, uskumru, lipsos, palamut, ve levrek balıklarının belirlenmiş olan boyutlardan 3-4 santim uzunluğundaki kuyruk yüzgeci düşüldüğünde, kırlangıç’ın mazak, levreğin ispendek ve uskumrunun da vanos tabir edilen yavruları sınıfına girmesi, yani, döllenme boyutlarında bulunmadıkları demek olur ki, bu ölçüde olanların ne avlanması ve ne de, satışlarının serbest bırakılması caiz bulunmamaktadır.
Bu itibarla, balığın kralı addedilen lüfer balığının, son 25 yıllık süreçte, sür’atle kaybolmasının başlıca nedeni de, lüferin boyutları hakkında gerçeği yansıtmayan yanlış kararların alınmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu tebliğde lüferin sehven 20 santim olarak gösterilen boy ölçüsünün, döllenebilecek boyutu olan 30 santim uzunluğunun esas alınarak, bu fahiş farkın acilen düzeltilmesi gerekmektedir. Bu suretle, 30 santimden daha kısa boyuttaki limite giren sarı kanat ve tüm çinakopların ve ayrıca yukarıda ölçüleri açıklanan ve döllenme boyutuna henüz erişmemiş bulunan ispendek, mızrak, vanos, çingene palamutu ve lipsos’un da 12 ay boyunca, hem avlanılmasının ve hem de, tezgahlarda satılmasının, kesinlikle ve mutlaka yasaklanmasına gerekli ve zorunlu bulunduğu, gerçek ve bilimsel donelere dayanılmak suretiyle belirlenmiştir.
E- Denizlerde denetim yapan yetkili görevlileri, bir şekilde halledip, yasalara aykırı olarak avladıkları su ürünlerini balık haline getiren balıkçıların, büyük bir keşmekeşlik içindeki balık hallerinde görevli kontrolörlerce, haklarında bir takibat yapılmaması nedeniyle, getirilen balıkların fütursuzca satışa çıkarıldığı, söz konusu bu balıkları satın alıp dükkanlarının tezgahlarında satan balıkçı esnafın ve pazarcıların da, zımnen bu suça iştirak ettikleri muilahazasıyla, bunlar hakkında da gerekli cezai müeyyidenin uygulanması gibi önemli bir hususa, mezkur tebliğde tesadüf edilememiştir.
F- Bir zamanlar balıkçı tezgahlarında boy boy yer alan, sofralarımızda plaki, buğulama ve kızartmasıyla eksik olmayan has kefallerimiz, etinin lezzetinden ötürü ve yumurtalarının da mumlanarak satılması nedeniyle, dölü hızla kurutulan balıklarımız arasında yer almaktadır.
Bilhassa, Karadeniz ve Marmara da çokça bulunan ikiyüz bin ila bir milyon yumurta taşıyan bu balığımız da, karnında yumurtaları olduğu yaz aylarında, çevirme ağlarla, dalyanlarda ve gırgırla yakalanıp, hem etinin, ve ayrıca, hem de, yumurtasının da mumlanarak havyar adıyla çok yüksek fiyatlara satılması neticesinde, yine aşırı para hırsı ile, geleceği hiç düşünülmeden, popülasyonu yok edilmiştir.
Hal böyle olduğu halde, özellikler yumurtalı olduğu yaz aylarında avlanılması yasaklanmış balıkların arasında yer alması gereken kefal balığı hakkında, söz konusu tebliğde, her hangi bir açıklama mevcut bulunmamaktadır.
G- 1 Nisan-15 Ağustos tarihleri arasında, karnında asgari 8-1 O milyon yumurta taşıdığı net olarak bilinen muhteşem kalkan balığının, tebliğdeki avlanma yasağı sürecinin anlaşılamayan bir nedenle, 15 Nisan-15 Haziran ayları arasındaki iki ay gibi gayet kısa süreyle kısıtlandığı görülmüştür.
Bu meyanda, Kuzen Denizi’ndeki yengeç avcılarınca yakalanan yengeçlerin yumurtalı olanlarının, kesinlikle ve mutlaka denize tekrar atılması mecburiyetinin bulunduğu ve buna uymayanların da en ağır şekilde cezalandırıldığı halde, bizde maalesef böyle bir yükümlülüğün bulunmadığı esefle tespit edilmiştir.
Nitekim, karnımda erkeğine nazaran çok az düğme bulunan ve karın boşluğunun da erkeğine kıyasla bariz şekilde daha geniş olan kalkan balığının, bu özellikleri nedeniyle, dişi olduğu çok kolay anlaşılabilmektedir.
Filhakika, kalkan balığını, bir tehlikeye karşı kendini üç saniyede kumun içine gömerek bu şekilde uzun süre az oksijenle yaşayabilme hasletinden dolayı, ağdan çıkarıldıktan sonra, teknede veya karada uzun süre canlı kalabildiği de çok iyi bilinmektedir.
Hal böyle iken, karnında asgari 8-10 milyon yumurta bulunan kalkan balığı, yukarıda açıklanan özelliği sayesinde, ağdan çıkarıldıktan sonra tekrar denize bırakıldığında sağlıklı olarak yaşamasına devam edebilme hasletine sahip olmasına rağmen, içindeki yumurtalar karnında şişkin olarak bariz şekilde fark edildiği durumdayken dahi, dişi kalkan balıklarının, üremesinin ve dölünün devam etmesinin sağlanması bakımından derhal denize bırakılması gerektiği halde, aksine, satılması için balık haline getirilmesi, telafisi mümkün olmayan bu üzücü duruma gelinmesinin başlıca amili olmuştur.
Devletimizce bu hususta vazedilen yasa ve yaptırımların bulunmaması, mevcut yasa ve yaptırımların da caydırıcılıktan uzak olması, denetimlerin de gereği gibi uygulanmaması nedenleriyle, sonunda kalkan balığının dölü göz göre göre katliam yapılır gibi yok edilmiştir.
Yukarıdan itibaren açıklanan ve biraz monotonlaşmaya başlayan yazılı sohbetimize heyecan katarak daha dikkatle ve zevkle takip olunması bakımından, yaşadığım gerçekten ilginç bir anımı anlatmayı faydalı görüyorum.
Şöyle ki;
Çubuklu Dalgıç Okulu Kumandanlığı’nda yedek subay olarak vatani görevimi yapmakta olduğum 1960 Ağustos ayında, Kumandanımız Albay Vedat Dora, arkadaşım Tosun Sezen ile beni çağırdı ve bize;
“Sarayburnu ile Kızkulesi’nin tam ortasında, 45 metre derinlikte bir dinlenme cihazı var.
Bu cihaz dipten geçen denizaltılarını sinyal vererek kıyıdaki tesise bildirmekte idi. Fakat, son günlerde bu sistem çalışmıyor. Beraber gidin, dalın ve sorunu halletmeye gayret edin” diye emir verdi.
Ben, Tosun ve bir de Amerikalı dalış hocamız işkampavya’ya (subay ve dalgıçları taşıyan tekne) gerekli malzemeyi koyarak Çubuklu’dan hareketle Sarayburnu’na ulaştık. Boğaz’ın tam ortasında donanmaya ait Mehmetçik gemisi demir atmış olarak bizi bekliyordu.
Mehmetçik gemisinin kumandanı, zincirden kayarak aşağıya inmemizi ve takriben 50 metre zincir istikametinin sonunda cihazı göreceğimizi söyledi. Kumandanın, karada bir sokaktaki bakkal tarif eder gibi anlattığı bu ifadesinden, 45 metre derinlikte ve dere gibi akan boğaz akıntısında işin güçlüğünü ve tehlikesini hiç bilmediğini kolaylıkla algıladıksa da, hazırlanıp işkampavya’ya bindik. Amerikalı hocamız da bizi teknede, üstümüzde dolaşarak takip edecekti.
Tosun önde, ben de onun bir metre yukarısında yavaş yavaş aşağıya inmeye başladık.
İndikçe su daha karanlık oldu ve görüş de azaldı. Dibe geldiğimizde, gemi kumandanının tarif ettiği gibi, zincirin, kurnun üzerinde ileriye doğru uzandığı istikamette yüzmeye başladık. Akdeniz’den gelip Karadeniz cihetine akan dip akıntısının yardımıyla zorlanmadan geminin kuma gömülü demirine kadar geldik. Fakat, gemi kumandanının tarif ettiği yerde cihazı göremedik Aşağıda işaretle anlaşıp, elli metre daha aynı istikamete yüzdük. Dip karanlık ve bulanık olduğu için, görüşümüz 4-5 metreden fazla değildi. Bu sebeple, bulmaya çalıştığımız cihazın çok yakınına gidilmediği takdirde görülmesi mümkün olmayacaktı.
Su altındaki kalış süresini hesapladığımızda, dibe iniş beş dakika, zincirden demire gidiş dört dakika ve ondan sonra yüzmeye devam edip dört dakika daha gidince, yaklaşık 13 dakika geçti. 45 metre dipte dekompresyon yapmadan kalış süremiz azami 25 dakika olduğu için, kalan 10 dakikalık süre içinde de, zincirin beş metre bir yanında ben ve öbür yanında da Tosun, geri dönüp akıntıya karşı yüzerek tekrar aradık. Fakat cihazı göremedik.
Yine işaretle anlaşarak, derin suda fazla hava kullanmamak amacıyla, dipten bir süre kıyıya doğru yüzüp, daha sığdan yukarıya çıkmak üzere, kıyı tarafına doğru yan yana yüzmeye başladık.
Bu yüzmemiz sırasında, dipte, sanki bir göz açılıp kapanırmış gibi, hareket gördüm. Tosun’un elini bırakıp tam dibe indim, gördüğüm şey, üstünü tamamen kumla örtmüş fakat çok az görünebilen gözü ile bana bakmakta olan, lakin, üzeri kumla kapanmış olduğu için, cinsini belirleyemediğim bir balıktı. Kendi kendime bu balığın ne olabileceğini düşündüğümde, bunun, büyük bir vatos, rina veya kalkan olabileceğine kanaat getirdim. Sol elimi yukarıya kaldırıp balığın görebileceği şekilde parmaklarını oynatıp dikkatini bu hareketime çekerken, sağ elini de, kafasının kumun içinde olan kısmını hesaplayıp, hızla kumun altından elimi sokup galsamasını yakaladım ve yukarıya çektim. Kumdan çıkardığım balık, gördüğüm en büyük kalkan balığı idi ve kurtulmak için kolumu adeta koparırcasına, sağa sola sallıyordu.
Tam bu sırada, benim ne olduğumu merak eden Tosun da yanıma geldi ve benim elimdeki kocaman kalkan balığını görünce çok şaşırdı. Tosun, bana, işaretle biraz ileride istakoz olduğunu anlatınca, birlikte dediği yere yaklaştık. Geldiğimiz yerde büyükçe bir saç teneke parçası vardı ve altını yuva gibi kullanan iki istakoz bize bakıyordu. Tosun, birini benim ve diğerini de kendisinin alacağım, işaretle anlatarak, tenekenin arkasına geçti. Bana hazır olmamı belirtip tenekeyi kaldırınca, ben hızla dalıp istakozun birini kaptım. Tosun da öbürünü aldıktan sonra, dip öyle bulandı ki, o andan itibaren birbirimizi kaybettik.
Bu uğraşmalarımız sırasında geçen sürede tüpteki havam çok azaldığından, bir elimde kocaman bir kalkan balığı ve öbür elimde büyük bir istakoz, yukarıya çıkmaya başladım. Fakat su seviyesine 20 metre gibi bir mesafede, tam üzerimden koca bir tanker geçti. İster istemez 3-4 dakika tankerin geçmesini bekledim. Tanker geçer geçmez yine yukarıya çıkarken, bu sefer daha uzun bir tekne geçmez mi? Bu tekneyi de bekleyerek atlattıktan sonra, Allah’ın yardımıyla su üstüne ulaştım.
Bu teknelerin geçmesini beklerken, Karadeniz’den Marmara’ya akan su üstü akıntısı ile çok uzaklara düştüğümü anladım. Çünkü, daldığımız Mehmetçik gemisinin provasından Ahırkapı istikametine doğru en az 200 metre daha uzaklaşmıştım. Etrafıma baktığımda epey uzakta işkampavyayı görünce çok sevindim ve sağ elimdeki kalkan balığını suyun üstünde yukarı doğru tutarak bayrak gibi sallamaya başladım. Nihayet biraz sonra serdümen asker beni gördü ve son hızla üzerime geldi. Amerikalı hocam benim tek başıma çıktığımı görünce biraz rahatladı amma, Tosun’un hala meydana çıkmamış olması sebebiyle, İngilizce ne kadar okunacak! laf varsa hepsini sıraladı. Benim elimdeki balığı ve daha sonra da, öbür elimdeki istakozu görünce “ben size dalarken tüfek almayacaksınız demedim mi” diye kızgınlıkla bağırdığında, ben de ”tüfek almayıp elimle tuttuğumu” söyledim. Amerikalı hoca iyice afalladı. Tam bu sırada Tosun da uzakta su üstüne çıkınca, hoca rahatladı. Tosun’un yanına gidip onu da tekneye aldık. Kaçırmamak için galsamasını çok sıktığımdan ölen kalkan balığını kolayca teknenin içine attım ve istakozu da, hediye olarak hocama verince iş tatlıya bağlandı.
Ben de, hocalık görevime başladığım zaman, Amerikalının çektiği heyecan, korku ve stresi çok daha iyi idrak ettim. Adamcağız yerden göğe kadar haklıymış!
Bulmakla görevlendirildiğimiz cihazın akıbetini merak ettiğimiz taktirde, bunu da başka rahat bir zamanda bilginize sunmayı görev addederim!
Dalgıç okuluna döndüğümüzde, askerliğini okulda yapmakta olan Bakırköy’lü bir askerime kalkan balığını verip bizim eve gönderdim. Rahmetli annemle birlikte, kestirip dilimletmek üzere balıkçıya götürmüşler. Tartıldığında karnında yarım kilodan fazla yumurta çıkan o muhteşem balık, tam altı kilo sekiz yüz gram gelmiş. Bu açıklamada en ufak bir abartma olmadığını özellikle arz ediyorum.
Saygı değer muhterem Bakanlarım;
Sizlere hitaben kaleme aldığım tahrid sohbetin bu son bölümüne geldiğimde, kalemi bıraktım, uzun uzun düşünmeye başladım. Zira “3 5 yıldan daha uzun süreçte yönetimde bulunan iktidarların içindeki, denizden gerçekten anlayan ve bu işi bilen Müsteşar veya Bakan seviyesinde sayısız yetkili sorumlular, bu duruma müdahale edip sorunu çözerek balıkların dölünü kuruturcasına yapılan avlanmaları önleyemedikleri halde, ben emekli bir insan olarak ne yapabilirim? diye” kendi kendime sordum.
Kalemi bıraktım, koltuğa geçip tefekküre daldım. Bu tefekkür sırasında 1983 yılında başımdan geçen olayı hatırladım. Bu gerçekten ilginç olayı kısaca açıklamayı faydalı görmekteyim.
1983 yılı başlarında Bakırköy ‘deki Ataköy Sauna’da bir beyle tanıştım. Sessiz, sakin, az konuşan, fakat, devamlı olarak etrafı, insanları hissettirmeden izleyen bir kişiydi. Sonradan öğrendiğime göre, (ismini tam hatırlayamadım, galiba ya Nihat veya Nahit idi) bu beyefendi rahmetli Sn. Turgut Özal’ın, Malatya’dan çok samimi çocukluk arkadaşı imiş.
O yıl yapılacak Belediye Başkanlığı seçimleri için Turgut Özal, Bakırköy’den iyi tanıdığın birisi var mı? diye bu arkadaşına sormuş. O da “evet var, Orhan Bey, emekli başmüfettiş, çok eski Bakırköy’lü, hiçbir partiye üye değil, hem dürüst, çalışkan ve hem de çok iyi çevresi olan, sevilen birisi” diye cevap verince, Sn. Turgut Özal, benim ismimi Anap‘ın listesinde birinci sıraya yazdırmış.
Benim bu olanlardan hiç haberim olmadığı için, yedi arkadaşımla birlikte Marmaris’e gidip Ali Kaptanın teknesini kiralayarak koylarda dalış yapmak üzere 10 günlük seyire çıktık.
Sn Turgut Özal, bu arada benimle görüşmek istemiş. Arkadaşlarım, Marmaris’e dalışa gittiğime söyleyince, o civardaki Liman başkanlıklarına, tur teknesi kaptanlarına ve balıkçılara sorup araştırmalarına rağmen beni bulamamışlar. Bulamamaları çok doğal, çünkü, ben, balığı çok olan, fakat, kimsenin bulunmadığı ve uğramadığı koylarda kalıyordum.
Beni bulamadıkları için, Sn. Turgut Özal, diş doktoru Malatyalı Naci Ekşi beyi benim yerime yazdırmış. Yapılan seçimde Bakırköy’de Anap kazandı. Ben seyahatten dönünce, Nihat Bey bana “ağabey sen nereye gittin ben sana, Sn. Turgut Özal’ın, seni adaylar listesinde birinci sıraya yazdığım sürpriz olsun diye söylememiştim. Bak şimdi Bakırköy Belediye başkanı sen olacaktın demişti. Evet, Belediye Başkanı ben olsaydım, Bakırköy ‘ün vechesini değiştirirdin. Naci Ekşi, maalesef, Bakırköy için inşası 7 yıl süren yer altı çarşısından başka bir şey yapamadı. Bizim insanımız üst-baş alışverişi için aşağıya inmez, bunu düşünemedi. Şimdi, bu çarşı, sadece yağmur yağınca ıslanmamak için kullanılan ve müşteri olmaması nedeniyle de, tezgahtarların kendi aralarında gazoz kapağıyla maç yaptıkları bir saha haline dönüşmüştür.
Ayrıca, yine bu bağlamda, ilişikte sunduğum yazımda da görüleceği veçhile (Ek-ı 1), bundan tam 53 yıl evvel Bakırköy açıklarında 40 metre derinliğe yaptığım dalışım sırasında, Karadeniz’den gelerek üstten akan deniz suyu ile Akdeniz’den dip akıntısıyla gelip, Karadeniz istikametinde akan ve yoğunluğu daha fazla olan deniz suyunun birbirine karışmamasını, ortada, her iki denizin sıcaklığından çok daha soğuk bir buçuk iki metrekarelik bir tabakanın mevcudiyetini, Yüce Allah’ın o güne kadar ilk kez bana gösterdi. Mezkur yazımda da özellikle arz ettiğim üzere, ı 600 yıl önce Peygamber efendimize indirilen Kur’an-ı Kerim’in üç ayrı suresinde bilhassa belirttiği bu vakıa özellikle bana gösterilip algılamamın sağlanması münasebetiyle, mezkur konudaki sorumluluğumu hatırlamama vesile olmuştur.
Bu tefekkürün neticesinde, her şeyin Yüce Allah’ın irade ve idaresinde olduğunu, insanların bunun dışında hiçbir şey yapmaya muktedir bulunmadıklarını algılayarak, masanın başına tekrar geçip, Rabbim’den bana vaki bir emir olarak telakki ettiğim bu görevi yerine getirmek üzere, yazmaya devam ettim.

SONUÇ VE ÖNERİLER:
Yukarıdaki bölümde naçizane arz ettiğim konuların önemine göre tefrik ettiğim sıralamasında:
ı- Halen yürürlükte olan 20 ı2/65 numaralı tebliğde açıklandığı veçhile;
İstanbul ve Çanakkale boğazlarının tamamında, çok yerinde ve doğru bir kararla, bütün yıl boyunca her türlü trol avcılığının yasaklanmış bulunduğu, memnuniyetle müşahede olunmuştur.
Ancak, çevirme ağlan denilen, gırgırlar için, İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki bazı sahalarda, hiç gerekmediği halde ve her ne sebeptense, ilişikteki ı 02 ve ı 05 numaralı haritalarda gösterildiği üzere (Ek-8-9), gırgırla avlanma serbest bırakılmıştır.
Aslında, trol avcılığında olduğu gibi, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının bir ucundan öbür ucuna kadar, gırgırla avlanmanın da mutlak surette yasaklanması ve böylece, aynı amaca matuf düşüncenin, eksiksiz ve doğru olarak uygulanmasının sağlanması suretiyle, olumlu sonuca ulaşılmasının,
2- Yukarıdaki bölümde açıkladığımız üzere 2012 Ağustos ayının ortasında, gırgır ağları ile avlanmanın yasak olduğu süreçte, balık haline on binden fazla palamut getirerek “bu balığı çapari ile tuttum” diyen balıkçı hakkında hiçbir cezai işlem uygulamayan denizde veya balık halindeki yetkili görevlilerin, en azından bu balıkçı kadar kusurlu ve suçlu oldukları açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu itibarla;
İstanbul, İzmir, Çanakkale, Trabzon ve İskenderun gibi büyük balık halleri olan yerlerde, uzun süre çalışıp her türlü yolsuzluğun neler olduğunu bildiği halde, gerekli yaptırımları uygulamayıp göz ardı eden eski çalışanlardan, emekliliğe hak kesbetmiş insanların emekliye sevk olunmaları, emekliliği dolmamış olanların da, pasif işlerde görevlendirilmeleri uygun görülmektedir.
Böylece, her türlü art niyetin uygulanmasına uygun bulunan balık hallerinin zapt’ı rapt’a alınması ve keşmekeşliğin disipline edilmesi bakımından;
a) Adı geçen büyük balık hallerinde söz konusu personellerin yasal olarak tasfiyesini müteakip, özellikle dürüst, deneyimli ve ihtisas sahibi çalışkan kişilerden oluşan denetim ekiplerinin teşkil edilmesi,
b) Kanun veya Kanun hükmündeki kararnameler çıkarılması suretiyle, mezkur ekiplerin ciddiyetle ve görev sorumluluğuna müdrik olarak yapacakları kontroller için, yetki ve sorumluluklarının belirleneceği bir yönetmeliğin ihdası,
3- 04.10.2011 tarihli raporumda açıkladığım üzere, on binlerce palamutun Karadeniz’den Katavaşya göçü için İstanbul Boğazı’ndan aşağıya doğru geçişleri sırasında Allah’ın bir lütfu olarak bana nasip ettiği şansla, palamut sürüsünü bizzat izleme imkanına sahip olmuştum.
Bu gün, on binlerce palamutun aynı anda ve birlikte, saatte 25 knot hızla akış yapmaları sırasında, yan yana ve peş peşe bir birine değercesine çevrilmiş bulunan ağların arasından, karda slalom yapar gibi hareketlerle, kaçıp kurtulmak suretiyle, ekolojik göçlerini rahatça tamamlamalan çok zor, hatta, imkansızdır.
Bu nedenle, avlanmanın yasak olmadığı süreçte, her iki boğazın giriş ve çıkışlarının üç mil dışındaki bölgeden sonraki sahada, balıkçıların çevirecekleri ağların birbirine yakınlığının, ilişikteki örnekte belirtildiği gibi (Ek-12), kesinlikle, asgari 200 metreden az olmamasının,
4- Boğazların girişinden çıkışına kadar, boğaz boyunca tüm gemilerin her türlü hareketini izleyen Kıyı emniyeti Genel Müdürlüğü’ne bağlı yerleşik radar sistemince, ayın zamanda, özellikle gırgır ve trol teknelerinin de seyirlerini ekranda kolaylıkla takip edilip, yasalara aykırı olarak avlanmaların tespiti halinde, Sahil Güvenlik Komutanlığına anında bildirilmesi ve bu malumatın da radar görevlilerince kendi jurnallerine de kaydedilmesinin, Sahil Güvenlik Komutanlığı’nca da, alınan bu ihbarın akıbeti hakkında Radar üssüne gerekli bilginin geciktirilmeden iletilmesi suretiyle, koordineli şekilde çalışılmasının usul ittihaz edilmesinin,
Bu meyanda, gerek boğazlarda ve gerekse, diğer yasaklı sahalarda ve yasaklı süreçte, yasaklı ürünleri avlarken yakalanan trol, gırgır, algarna ve yasaklı malzeme kullanan tüm teknelerin, Sahil Güvenlik Batlarınca yedeğe alınıp en yakın askeri üsse getirilerek, durumuna uygun olan yaptırıma göre tecziyesi için, yasayla belirlenmiş süre avdan men edilmesinin,
5- 3/1 numaralı ticari amaçlı su ürünleri avcılığını düzenleyen 2012/65 sayılı tebliğde, bütün yasaklı bölgelerin koordinatları da belirtilerek ufak haritalarda kapsamlı olarak gösterildiği memnuniyetle müşahede edilmiştir.
Bununla beraber; yasaklı bölge haritalarındaki yer isimlerine, büyüteçle bakıldığında dahi, o mıntıkanın neresi olduğu ve nereden nereye uzandığının sarih olarak algılanamayan sahalar da mevcut bulunmaktadır. Her ne kadar, bu sahaların koordinatları açıkça belirtilmiş ise de, birlikte seyir yaptığım birçok tekne kaptanının, Markador haritalarda mevki konumlandırılmasını bilmediklerine şahit olmuşumdur.
Bu gerçeğe istinaden:
T.C Ordu Valiliği ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü’nce bastırılıp, ilgili Kooperatif ve yörenin tüm balıkçılarına dağıtılmış bulunan ilişikteki broşür (Ek-13) benzeri bir kitapçığın hazırlanması faydalı ve gerekli görülmektedir.
Yeni hazırlanacak olan broşürde:
A) Türkiye’nin yörelerine göre düzenlenecek bölümlerde, denizlerimizdeki yasaklı sahaların mevki konumlandırılması için hem koordinatların belirtilmesinin ve hem de, söz konusu alanların hudutlarını belirleyen mahallerin adlarının daha büyük puntolarla yazılmasının, ayrıca yasaklı bölgelerin kırmızı renkle de taranarak, anlaşılamayan bir noktaya mahal bırakılmamasının,
B) Su ürünlerinin boy tespitinde belirtilen esasa göre ölçüm yapıldığı taktirde, 5 santimlik kuyruk yüzgeci uzunluğu da düşüleceğinden, lüferin, tebliğdeki 20 santimlik boyutu 15 santime inecektir.
Esasen, lüferin soyunun sür’atle tükenmesi de, bu ölçümün, gerçek boyutlarına göre düşük gösterilmesinden kaynaklanmaktadır. Zira, lüfer boyu, kuyruk yüzgeç dahil, 20 santim olarak belirlendiğinde, sarıkanat ve her boy çinakoplar da bu limite girer. Hal böyle olunca, boyutun limiti daha ufaklara doğru gider ki, bu da, döllenme büyüklüğüne henüz ulaşmamış olmalarına rağmen, sarıkanat ve çinakopların da, hem avlanmalarının ve hem de, satışlarının serbest bırakılması neticesini yaratır.
Bu itibarla, yeniden düzenlenecek olan broşürde, lüfer balığının 30 santimetreden daha ufakları olan sarıkanat ve çinakopun, hem avlanılmasının, hem de, satışının, 12 ay boyunca kesinlikle yasaklandığının tebliğ edilmesi, 20 13 Mayıs ayından itibaren, hiç kimsenin veya grubun itiraz ve şikayetleri dikkate alınmaksızın, bu yöntemin mutlaka tatbik edilmesinin, gelecek süreçte de, aynı uygulamaya, azim, cesaret ve basiretle devam olunması sayesinde, lüfer soyunun yok edilmesinin önlenmesinin,
C) Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen şekilde, aşırı para kazanmak hırsıyla, acımasızca, insafsız ve yasalara aykırı olarak yapılan avlanmalarla, soy kırım yaparcasına dölü kurutulan müstesna bir tür olan kalkan balığının;
a) 04.10.2011 tarihli raporumda da tafsilen arz olunduğu üzere, sahip olduğu meziyetinden ötürü, denizden çıkarıldıktan sonra, diğer balıklar gibi, hemen ölmeyip uzun süre yaşabilmesi nedeniyle, karnından asgari 8-1 O milyon yumurta bulunan dişi kalkan balığının, balıkçılar tarafından, behemehal, tekrar denize bırakılması gerektiği hususunda, ne 13 80 sayılı yasada, ne de, 2012/65 numaralı tebliğde herhangi bir uyarı bulunmayıp, sadece, 40 santimden ufak olanlarının avlanmasının yasaklandığı belirtilmiştir.
Bu bakımdan, kalkan balığının döllenebilme boyutu olan 40 santime ulaşmış yumurtalı dişilerin, yasak olmayan süreçte de, denizden ve ağdan çıkarılmasının akabinde mutlaka derhal denize bırakılmasının, karınlarında yumurta bulunduğunu bile bile balık haline getiren balıkçılar hakkında, yetkili görevlilerce tutanak düzenlenerek en ağır yaptırımın uygulanmasının,
b) Önceki bölümde tafsilen arz ettiğim üzere, 1960 Ağustos ayında, İstanbul Boğazı’nın tam ortasında 45 metre derinlikte dipte elimle yakaladığım kalkan balığını gönderdiğim balıkçıda ayaklanması sırasında içinden yarım kilodan fazla yumurta çıkmış bulunmasından ötürü, Ağustos ayında da kalkan balığının yumurtalı olabileceği algısıyla, bu balığın avlanmasının yasaklanma sürecinin her yıl Nisan başından Eylül ayına kadar mutlaka uzatılmasının,
c) Mezkur tebliğde, kalkan balığı avlanılma boyutunun asgari 40 santim olarak belirlenmesi nedeniyle, gerek, balıkçı tezgahlarında ve gerekse, pazarlarda, kalkan balığının bu boydan daha ufaklarının satışının kesinlikle ve mutlaka önlenmesi bakımından, önerilen yaptırımların aynen uygulanmasının
d) 2012/65 numaralı tebliğin 20. Maddesinin “ç” fıkrasında; av yasağının başladığı 15 Nisandan önce avlanarak il veya ilçe müdürlüklerince stok tespiti yapılan kalkan balıklarının, yasağın başlamasından itibaren, en geç 7 gün içerisinde pazarlamasının zorunlu tutulması muvahecesinde, yıllardan beri ilk kez, işin ciddiyetle ele alındığı, memnuniyetle müşahede edilmiştir.
Ancak, bütün yasak ve yaptırımlara rağmen, pareke veya başka bir istihsal vasıtası ile kaçak ve gizli olarak kalkan yakalayan, yasak dinlemez, bazı balıkçıların, yakaladıkları kalkanları, bilhassa geceleri zulalı olarak büyük otellere götürüp sattıkları bilinmektedir.
Bu nedenle, il veya ilçe müdürlüklerince İstanbul’daki özellikle büyük otellere bu konuda tebligatta bulunularak, adisyon, fatura veya irsaliye gibi belgelerde zaman zaman yetkililerce yapılacak kontrollerde, yasalara riayet etmeyip balıkçılardan kaçak kalkan alanlar hakkında ağır cezai işlemlerin uygulanacağının da bildirilmesinin,
D) Kılıç balığının;
Marmara’da-Nisan-Haziran
Ege’de-Kasım-Mart
Akdeniz’de-Haziran-Eylül
aylarında, karnında asgari ı O milyon yumurta bulunmasından ötürü, üç denize ait ayrı ayrı avlanma yasağı tarihlerinin mutlaka belirtilmesi suretiyle, balıkçıların suiistimaline meydan verilmemesinin,
Ayrıca su ürünleri boy tespitinde belirtilen esasa göre, kılıcı hariç, kuyruğundan çene ucuna kadar asgari 125 santim olması açıkça belirtildiği halde, döllenme boyutuna erişmemiş olan, bu boyuttan ufak olanları yakalayan ve satanların en ağı şekilde tecziyesinin,
Öte yandan tebliğde, avlanılması veya yasaklanması hakkında bir bilgi verilmemiş olan, ancak, karnında bir milyona kadar yumurta taşıyan ve ekonomik değeri yüksek olan kefal balığım, Mayıs-Eylül ayları arasında yumurtalı olması nedeniyle, belirtilen aylarda, avlanılması yasaklı balıklar grubuna dahil edilmesinin,
E) 04.10.201 ı tarihli raporumuzda ayrıntılı şekilde açıklandığı veçhile (Sayfa 6-“E” maddesi), İstanbul Boğazı’nın kuzeyde girişinden itibaren Sarayburnu arasındaki alanda, algarna ile midye avcılığının kesinlikle yasaklanmasının, bu avcılığın söz konusu “E. Maddesinde ayrıntılı olarak açıklanan yerlerde yapılmasının,
Ayrıca, düşünülenden daha karlı ve üretim maliyeti pek düşük olan midyenin, çok sayıda insana iş yaratacağı mümkün bulunmaktadır.
Bu meyanda, dünyanın en leziz ve ticari boyutu bakımından da en uygun ölçüde olmasından ötürü Marmara, Avşa, Ekinlik adaları ve Kapıdağ Sahilleri, her rüzgardaki mevcut uygun akıntısı ile, bu yöre, çok geniş doğal ve verimli bir midye tarlasıdır. Özellikle, Marmara Adasının kuzey kıyıları deniz seviyesinden dibe kadar olan 25-30 metrelik bölümündeki kıyılar tamamen beyaz mermer taşından oluşmuştur.
Bu mermer kayaların üzerinde yetişen midyelerin kabuklarının rengi de, mermerin beyaz rengi emerek, açık lila rengine dönüşmüştür. Bu özel renkli midyeler, Marmara Adasının, Saraylar köyünden başlayıp, batı yakasının sonuna kadar aynen devam etmektedir.
Yukarıda belirtildiği üzere, üretim masrafı yok denecek kadar az olan kültür midyeciliğinin, en fazla iki yıllık süreçte üretil erek, frigoferik tırlarla, Avrupanın tüm ülkelerinden gelecek taleple, ihracından elde edilecek döviz, devlete büyük katkı sağlayacaktır.
Bu gerekçe ile, Allah’ın bize nasip ettiği bu nimetin layıkıyla değerlendirilmesi bakımından, yetkili mercilerce girişimlere acilen başlanılmasının,
F) Türk ve Japon mühendislerince yapılan ve yedi yıl süren bilimsel çalışınalar sonucunda, ekonomik değeri yüksek olan kalkan balığının sun’i havuzlarda üretilebileceğinin kanıtlandığı ve özellikle Karadeniz’de çok iyi sonuç verdiği tespit edilmiştir.
Bu itibarla, Karadeniz’in rüzgara ve dalgaya korunaklı olan bütün elverişli koylarında ve yine Karadeniz kıyılarında Devlete ait olan müsait boş arazilerde planlanan yüzlerce havuzda, denizden içeriye doğru ve sirkülasyonu devamlı akacak şekilde açılacak kanallardan giren deniz suyu ile doğal olarak doldurulmak suretiyle kazılacak büyük ve geniş havuzlarda (Ek-13-14) yetiştirilecek kültür kalkanının, 3-4 yıl sonra başlayabilecek büyük miktarda ihracatla, önemli dövizin temin edilmesi kuvvetli muhtemel bulunmaktadır.
Ayrıca, devletin ciddi olarak ele alacağı bu konuda yapacağı yatırımla, gereken olgunluğa erişmesini müteakip, kalkan balığından beklenen semere alınmaya başlanacaktır. Bu takdirde, halen kilosu 100 Liraya satılmakta olan bu balık, erişeceği bolluk ve bereketi sayesinde, her sınıftan vatandaşın rahatlıkla alabileceği fiyatlarda satışa sunulacağına da emin bulunmaktayız.
Netice itibariyle, ulaşılacak sayısız faydaları nedeniyle, kültür kalkan balıkçılığının da zaman kaybedilmeden hayata geçirilmesi bakımından, tüm yetkili mercilerce icap eden atılımların gerçekleştirilmesinin,
G) 30.05.2012 tarihli raporumuzda önerildiği üzere, gerek, sabit dükkan sahiplerinin ve gerekse, pazarcıların, yasalara ve mevzuata aykırı olarak yaptıkları balık satışlarının önlenerek bunlar hakkında cezayi müeyyidlerini uygulanması bakımından, söz konusu raporun 4. Sayfasının dördüncü maddesinde önerilen “BALIKÇILIK FAHRİ MÜFETTİŞLİK” yönteminin, mutlaka sadece gözlemci statüsünde faaliyette bulunmak üzere, mutlaka ihdas edilerek, görevlendirilecek fahri müfettişlerin çalışmaya başlatılmasının,
H) Çok uzun yıllar, Devletin, vazettiği yasaları yok farz edip, kendi işlerine geldiği gibi bildiklerini okuyarak, aşın kazanç hırsıyla, balıkçılarımızın sorunsuzca yaptıkları avlanmalardan ötürü, düştüğümüz karamsarlıktan bir nebze olsun kurtulmak ve yardımlarını sağlamak amacıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderilen 13.04.2013 tarihli yazırnıza, (Ek-15) böyle bir makarna hiç yakışmayacak şekilde, olumlu veya olumsuz, bir cevap maalesef verilmemiştir.
Oysa, şimdiye kadar aşın kazanç hırsıyla, büyük tekne sahibi balıkçılarımızın yasalara aykırı sorumsuzca yaptıkları avlanmalarla, ekonomik değeri yüksek her cins balığınızın döllerini kurutmaları sayesinde! nihayet bu hale gelinmiştir.
İşte, bu davranışları nedeniyle, tüm halkımızın hakkını yemelerinden ötürü, balıkçılarımız, büyük günah işlediklerini maalesef algılayamamışlar ve halen de algılayamamaktadırlar.
Bu itibarla, son derece önemli, ciddi ve vahim olan bu konuda, muhterem Başbakanımızın icazetlerinin alınması suretiyle, Diyanet İşleri Başkanlığı‘nca müdahil olunarak, tüm camilerde bu yönde yapılacak dilli sohbetler ve Cuma günü hutbelerindeki etkin vaazlarla, balıkçılarımızın bu büyük vebalden arınmaları ve Yüce Allah’ın marifetlerine mazhar olabilmeleri için, vazedilen dM önerilere koşulsuz olarak harfiyen uymaları hususunda bilinçlendirilmelerinin, böylece, Devletin bu konudaki yasalarının daha etkin surette hayata geçirilmesinin,
I) Gerek tonaj ve gerekse, ebat bakımından emsallerine nazaran ve standartlara göre çok daha üstün meziyetlere sahip olacak şekilde donatılmış bulunan büyük balıkçı teknelerinin, hem, avlanma şartlarının ve hem de, standart normlarının belirlenmesi hakkında, ilgili Bakanlıklar ve Su ürünleri Genel Müdürlüğü yetkililerince, 30.05.2012 tarihli raporumuzun 7. ve 8. maddelerindeki tekliflerimizin arz ettiği önem ve ciddiyetine binaen, titizlik ve hassasiyetle üzerinde durulmasını faydalı görmekteyiz.
Ayrıca, diğerlerine kıyasla çok üstün vasıfları bulunan mezkur teknelerin kara sularımızda avlanabilmelerinin, ancak, yetkili makamlarca belirlenecek koordinatların dışında yapılmasına izin verilmesi, bu hususun da, söz konusu teknelere müferiden yazılı olarak tebligatta bulunulması gerekmektedir.
Bu bildirileri imza karşılığında tebellüğ eden teknelerin de, tebliğde açıklanan şartlara aynen ve koşulsuz olarak riayet etmeleri, buna uymayanlar hakkında ceza! Müeyyidelerin geciktirilmeden tatbik edilmesi zorunlu bulunmaktadır.
Bu suretle, yıllar yılı, bindikleri dalı kesercesine, şuursuzca avlanan balıkçı ağalarının zapt’ırapta alınması suretiyle, hem kendilerine, hem tüm balık türlerine, hem, bunlarla kıyaslanmayacak kadar ufak tekne sahibi olan meslektaşlarına ve hem de, topluma ika ettikleri kötülük ve zararın sona erdirilmesinin,
İ) Televizyonun bazı kanallarındaki programlarda, gastronomi ilminden haberi dahil olmayan kişilerce, yemek masasında yaptıkları saçma ve anlamsız konuşmalarla, sözüm ona, muaşeret kurallarına ait kelam ettiğini zanneden snopların, ve ayrıca, küçük yaştaki erkek çocuklara kötü örnek olacak niteliğindeki, bıyıklı, entarili, ellerindeki çengi zillerini çalarak bel kıvırıp, kalça atarak oynayan köçek rolündeki koca adamların yer aldığı ve toplumun hiçbir kesimine hiçbir yararlı katkısı bulunmayan bu tür programların, RTÜK tarafından yapılacak uyanlarla, mümkün olduğu kadar azaltılıp, bunların yerine, balık ve balıkçılık konusunda kişilerce, hatta, yerel veya Büyük Şehir Başkanlarınca, ilişikteki örnek olarak kaleme alınan yazıda belirtildiği veçhile (Ek-16), halkımıza, mümkün olduğu kadar doğru ve yararlı bilgilerin aktarılmasının,
J) 30.05.2012 tarihli raporumuzun 4. Sayfasında, Mayıs 2012 ayında, her biri iki üç kilo ağırlığındaki torik balıklarının, Karadeniz’de döllenmek için yaptıkları Anavaşya göçü sırasında, Beykoz’daki dalyanda büyük miktarda avlandığı ve yasaklı süreçte yakalanması nedeniyle, balık halinden geçirilmeksizin, gizlice İstanbul’daki balıkçılara intikal ettirilmek suretiyle satıldığı açıklanmış idi,
Bu kez, halen yürürlükte olan 2012/65 sayılı tebliğde, her iki boğazda da, kurulu bütün dalyanların 1 Nisan- 31 Ağustos sürecinde her türlü balığın avlanmasının kesinlikle yasaklanmış bulunduğunun sarahaten belirtilmiş olması muvacehesinde, tebliğ hükümleri uyarınca, dalyanların kapatılarak mühürlenmesinin, bu karara uymayanların mahkemeye sevk edilmesinin,
Faydalı ve gerekli olacağı huşundaki düşüncelerimi arz ediyorum.
Bu meyanda, yukarıdaki bölümde açıklanan önerilerimizden umut edilen yararların sağlanabilmesi için, önemli bir şartın mutlak surette yerine getirilmesi gerekmektedir.
Bu da, YAPTIRIM’lardır. Çünkü, yasaklar, yazılı oldukları sayfaların üzerinde hareketsiz kalır ve bu yasaklar, sayfalardan çıkıp, denizdeki balık avlayan teknelerin içine girmez, balık hallerinde dolaşmaz ve balık satan esnafın tezgahlarındaki balıkiara başım bile çevirip bakmaz ise, caydırıcılığı olmayan bu yaptırımlar la, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, düşünülen olumlu neticeye ulaşılması asla mümkün olmayacaktır.
Netice itibariyle, 35 yıldan daha uzun bir süreçte, Devletin vaz’ettiği yasaları hiçe sayarak kendi işlerine geldiği gibi bildiklerini okuyarak sorumsuzca avlanmak suretiyle ekonomik değeri yüksek her tür balığın döllerinin göz göre göre kurutulmasının büyük ölçüdeki vebali, aşın para kazanmak için adeta, terör estirerek avlanan balıkçı ağalarına ait bulunmaktadır.
İşte bu nedenle;
1- Denizde:
A- Denizlerimizdeki yasaklı bölgelerde ve yasaklı süreçte avlarken yakalanan trol, gırgır ve algarnacıların,
B- Avlanmanın serbest bulunduğu süreçte de olsa, yasada belirlenen limitlere uygun olmayan veya ölçüleri daha küçük olan istihsal araçlarını kullananların,
C- Tebliğde belirtilen ölçüden ve döllenme boyutlarından, küçük olanlar ile, karınlarında milyonlarca yumurta taşıyan balıkları avlamaları sırasında yakalananların,
Sahil Güvenlik veya Emniyet güçleri botlarınca yedeğe alınarak en yakın askeri üsse getirilip, on beş gün süreyle avlanmaktan men edilmesi, müteakip seferde yasa veya yönetmeliğe aykırı şekilde avlanırken tekrar yakalanması durumda ise, sorumlunun mahkemeye sevki ve teknenin de üç ay süreyle bağlanması,
2- Balık hallerinde;
a) Yukarıdaki birinci maddede belirtilen, hususlara aykırı olarak avlanılan, fakat, bir şekilde yetkililerin atlatılması suretiyle balık haline getirilen balıkların, burada kontrolle görevli yetkililerce sıkı bir denetimden geçirilerek, yasa veya mevzuata aykırı olanların tespitinde, balığı getiren tekne sorumlusu hakkında takibatın yapılarak, yukarıda birinci maddede belirtilen cezai müeyyidenin aynen uygulanması,
b) Yasaklı balığın, hangi şekilde olursa olsun, gerekli denetimi yapmayan balık halindeki, sorumlu görevlilerin tesbiti ile haklarında soruşturma açılması, kusurluların, bilerek ve kasıtlı şekilde görevlerini kötüye kullandıklarının kanıtlanması halinde, bu kişiler hakkında da idari ve cezai işlemlerin uygulanması,
3- Balıkçılarda ve pazarcılarda;
Boy veya zaman bakımından, yasaklanmış olan herhangi bir balık türünü balık halinden alıp tezgahlarında satan balıkçılar hakkında, yasaya aykırı hareket eden balıkçılarla aynı suça iştirak etmiş olmalarından mütevellit, ilk defaya mahsus olmak üzere, iş yerlerinin bir hafta süreyle ticaretten men edilmesi, tekerrüründe ise, yetkili mercilerce hakkında vazedilecek daha ağır cezaların, geciktirilmeden ve müsamaha gösterilmeden, aynen uygulanması,
Pazarcılar için ise, satışa sunduğu yasaklı balığa zabıta marifetiyle el konularak, bu hususta 13 80 sayılı yasada yer alan müeyyidenin uygulanması, tekerrüründe ise mahkemeye sevk edilmesi,
Hususunda, belirtilen yaptırımların, aynen ve eksiksiz olarak uygulanması mutlak gerekli bulunmaktadır.
Ancak, bu cezai işlemlerin uygulanmasında genel ve zorunlu bir prensip olarak, aynen, “İngiliz gibi başlayıp, İngiliz gibi devam edilmesi” yöntemine uyulması elzem bulunmaktadır. Aksi takdirde, yani, başlarken titizlik ve ciddiyetle hareket edip daha sonra, kontrol ve yaptırımlara karşı sızlanmalar ve şikayetler dolayısıyla, daha önce olduğu gibi, yasalara aykırı avlanmalara yine göz yumulup, görmemezlikten gelmeye başlandığı takdirde, telafisi mümkün olmayan bir sürece girilir ki, bu sefer, yağma, talan ve terörü durduracak hiçbir güç yeterli olamaz.
Ekonomik değeri yüksek, kalkan, lüfer, lagos, kılıç, palamut, torik, kefal, fener ve diğer tüm balıklarımızın, yukarıdaki bölümlerle açıklanan avlanmalar ve satışlarından ötürü, döllerinin kurututmasına sebebiyet vermeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresinin bir ayetinde açıkça görüleceği üzere,” Yüce Allah, herşeye ölçü koyan, koyduğu ölçüye de sahip çıkandır.” hükmü mevcuttur. Bu ayete aykırı olarak, aşın para kazanmak hırsıyla üç beş büyük balıkçı ağasının, yasaları hiçe sayıp, teamüllere, kurallara aykırı ve ölçüyü aşan şekilde avlanmaları suretiyle, balık popülasyonuna indirilen büyük darbe sonucunda bu hrue gelinmiştir.
Bu itibarla;
Sonuç ve öneriler bölümünden başlayarak buraya kadar yaptığımız tahrifi sohbet şeklinde algılanabilecek, fakat, gerçekten çok önemli olan bu önerilerimizi muhtevi konuların ve bilhassa, yaptırımların, bir kitapçık haline getirilerek bastırılması suretiyle yetkili ilgili bütün mercilere ve balıkçılara dağıtılması elzem mütalaa edilmektedir.
Ayrıca, bu kitapçıkta yer alan konu ve yaptırımların, hem devletin ve hem de özel TV kanallarında çok sık ve asgari bir ay süreyle yayımlanması, gazetelerimizde de uygun sayfalarında dikkati çekecek şekilde neşredilmesi suretiyle, balık neslinin korunması keyfiyetinin, bu kez ne kadar ciddi tutulacağının, üzerine basa basa, belirtilmesi son derece faydalı olacaktır.
Şu hususu da bilhassa tebarüz ettirmek isterim ki, söz konusu önerilerimizin aynen yerine getirilmesi ve yaptırımların da, aynen uygulanması halinde, cezaya maruz kalacak tekne sahibi balıkçılar ve yasaklı balıkları tezgahlarında satan balıkçılar, bir daha asla bu tür davranışlara tevessül etmeyeceklerdir. Zira, yaptırımlar ne kadar etkin ve caydırıcı olursa, yasalara aykırı mükerrerlik de o ölçüde azalır, hatta, hiç olmaz.
Bu itibarla, örneklerini verdiğim, Portekiz, Kuzey Denizi ülkeleri, Yunanistan, ve diğer gerçek denizci gibi denizcilik ve balıkçılık yapan ülkeler, uyguladıkları yasa ve yaptırımlar sayesinde, çok uzun süreçte balığın bereketini halen devam ettirmekte nasıl başarılı olmuşlar ise, bizim de mutlaka ve kesinlikle, aynı şekilde hareket etmemiz gerekli bulunmaktadır.
Muhterem Bakanlarım;
Bu kapsamlı konuda yetkili bulunduğunuz görevden doğan sorumluluğa müdrik bireyler olarak, çok önemli olan mezkur davaya bulunacağınız olumlu müdahale ve katkınız karşılığında, Yüce Allah‘ın nasip edeceği uhrevi nimete erişeceğiniz de bedihidir.
Kutsal bir konu olarak addettiğim bu davada, başından itibaren serdettiğimiz önerilerimizin, muhterem Başbakanımızın takdir ve tasviplerine sunularak onaylamasının temini suretiyle, balıkçılığımızın, gelecekteki olumlu gelişmeleri ve yararları bakımından, bir DEVRİM olarak nitelenecek mutlu sürecin başlatılacağından emin bulunmaktayım
Netice itibariyle;
2013 Mayıs ayından itibaren başlatılacak ve aynı etkinlikle her daim devam ettirilecek olan DEVRİM sürecinde, çocuklarımız, torunlarımız, yani tüm gelecek nesillerimiz, önerilerimizde belirtilen yaptırımların, asla taviz verilmeden, sizin tarafınızdan dirayet ve basiretle gerçekleştirilmesi sayesinde, balığın bolluk ve bereketine mutlaka kavuşacaklardır. Bu suretle, kendilerine bu nimetin ve bereketin sağlanmasına vesile olan sizleri, ilanihaye minnet ve şükranla anıp, ulvi dualarına mazhar olacağımıza emin bulunarak, sevgi ve muhabbetlerimi sunar, esenlikler dilerim
Gazanız mübarek, kaleminiz keskin, balığınız bol, başarılarınız daim DEVRİM’iniz hayırlı ve ebedi olsun.

Orhan Başar
Deniz Nakliyat T.A.Ş.
Emekli Başmüfettişi
Balık Adam(Scuba) Eğitmeni

Ege Denizi Karasularındaki çok büyük bir servetimizi nasıl kaybettik? – Prof. Dr. Orhan Cura – Nisan 2014

50 yıl kadar önce Ege Denizinde, Çeşme’nin güneyinde, yerine göre 3-4 mil boyunda ve yaklaşık 16 mil eninde, başka bir eşi olmayan çok büyük bir doğal resif alanına sahip bulunduğumuzu, süngercilerden öğrenmiştim. O günlere kadar bu sulara, paragat ve uzatma ağı herhalde atılmamıştı. Sünger kangavaları bile mercan resifleriyle kaplı bu alanın çok büyük bir bölümünde çalışamıyorlardı. Zamanın trolleri ise bu alana hiç girememişlerdi. Ben 1960 da Amerika’dan getirttiğim yalnız derinliği gösteren bir sonar aygıtıyla bu alanın çevresini incelemeye başladım. Bu alanın üst sınırının derinliği 58 kulaç (1 kulaç= 1,82 m) kadardı. Bu üst sınır 70-90 derecelik dik bir uçurum (resta) halinde birden 90 kulaç derinliğe eriştikten sonra deniz dibi, çok az bir açıyla derinleşmeye devam ediyordu. Bu sınırda paragatla çalışılabilirdi. Nitekim kalın dirençli Japon naylon ipliğinden yaptığımız paragatlarla çok zorlanarak bu sularda çalışmaya başladık. Bu açık sulara 9 metre boyundaki tırhandilimin arkasında yedekte çektiğim 5,60 metre boyundaki motorlu ikinci bir sandalımla birlikte çıkıyorduk. Paragatları atmaya başlanırken, sandal ilk kabağın başında bekliyordu. Paragatları ben, sandaldan ayakta kaldırıyordum. Zaten son derece yorucu olduğu için, benden başka paragatları kimse kaldırmak istemiyordu. Ancak alınan verim her eziyete fazlasıyla değerdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Yunan Adalarını işkal etmiş, Ege Denizinde balıkçılık o yıllar içinde hiç yapılmamıştı. Böcek tipi ıstakoz, barbun, fangri, sinavrit, mercan, dülger balığı, orfoz, grida, adabeyi gibi çok değerli deniz ürünleri, adeta bu mercan kayalıklarından oluşan alanda, bir akvaryum oluşturmuştu. Çok büyük bir balık rezervi bulunduğundan, paragat yemlerini büyük balıklar küçük balıklara bırakmıyorlardı, 20 yıldan beri paragatla çalışıyordum. Bu denli bir bereketle hiç karşılaşmamıştım. Paragat kalkarken arkaya arkaya birçok iğnede mavi parlak pırıltılarıyla balıklar sıralanıyordu. Mercan balıklarının çoğu 1 kg’ın üstündeydi. Bazı fangri ve sinaritler kepçeye zor sığıyordu. Bazen paragata tutulmuş daha küçük bir balığa saldırarak yutmuş 3-4 kiloluk bir dülger balığı geliyordu. Gelen ıstakozlar da 1,5 kg’ın üstündeydi. Ağ atamadığımız için barbunların durumu hakkında bilgimiz yoktu. En büyük sorun paragata kırmızı renkte 5 kg’dan ağır mercanlardan oluşan kayalarının takılmasıydı. 60 kulaç derinlikten balıklarla birlikte bu mercan kitlelerini kayığa çekmek çok yorucu oluyordu. Bu açık sularda akıntı ve rüzgar olduğu zaman paragatlar resif dışına, derin düz diplere düşünce Camgöz köpek balıkları dışında başka bir tek balık bile çıkmıyordu. Ne yazık ki her hafta sonu bu alanlarda avlanacak kadar sakin havayı çoğunlukla bulamıyorduk. 1971 de Japon Furuno marka deniz dibinin röliefini kağıda çizen ilk echosounder elime geçince bu resif alanını incelemeye başladım. İlgimi çeken önemli bulgu, bu mercan resifleriyle kaplı alanı kıyıya paralel olarak enine bölen değişik derinliklerde ki 3 uzun resif terasının bulunmasıydı. Düz bir çizgi halinde ilerlemeyen bu teraslar 3-5 kulaçlık restalar (uçurumlar) halinde bir sonraki terasa inmekteydi. Büyük olasılıkla bunlar antik deprem faylarıydı. Akıntısız ve sakin havalar da bu restalara da echo-sounder denetiminde paragat atılabilirdi. Bir mermer atölyesine ortasına delik açtırdığım 5 cm çapında yuvarlak mermerler yaptırdım. Dirençsiz ince bir ipe bağlattığım bu mermerleri, echosounder denetiminde paragat atılırken, 30-40 iğnede bir paragata bağlattım. Bu beyaz mermer parçaları, paragatın tam yerine düşmesini sağladığı gibi ayrıca balıkların da ilgisini yeme doğru çekiyordu. Paragat kaldırılırken takılırsa, kayık açığa doğru ilerletilerek paragat resta dışına doğru yöneltildiğinden kopmadan kaldırılabiliyordu. Bu taktiği zaten üst sınırda çalışırken ilk defa denemiş ve başarılı olmuştuk.

Geçen yıllar içinde ilerleyen teknolojiyle troller saç teknelere dönüştürüldü.

Bunlara çok güçlü dizel motorlar yerleştirildi. Hidrolik çıkrıklar geliştirildi.

Özellikle sürüklenen ana torbalarının dışına kalın yüzen naylondan yapılı koruyucu ikinci bir torba yerleştirildi. Torba önüne draganaları ezerek kıran ağır kapılar, aralarına ise kalın zincir kondu. Echosounder yönetiminde bu troller, öncelikle Marmara Denizi’ni tükettiler. Bu durum Bandırmalı ıstakoz avcılarını, çok olumsuz etkiledi. Bizim yöremize gelmeye başladılar. Her tekne 2-3 kilometre çok kalın açık gözlü tek perde ağ attığı için çok geçmeden bu eşsiz ulusal hazinemizi buldular. Istakoz dışında çok büyük balıklar da tuttular. Bazıları ıstakoz avının süresinin kısa olması nedeniyle teknesini trole dönüştürdü. Marmaralı trolcular da durumu öğrenince hepsi Alaçatı’ya geldiler. O dönemde henüz Alaçatı Marinası yapım halinde bulunduğundan daha özel sektöre devredilmemişti. Benim teknemin her iki yanına sırayla bağlandılar. Bir daha da hiç ayrılmadılar. Önce tüm troller draganalık alanın üst sınırında yan yana dizilerek torbalarının parçalanmasını göze alarak, yokuş aşağı açığa doğru çalışmaya başladılar. Her sefer dönüşü torbalarının tamiri akşama kadar bitmiyordu. Ertesi akşam yedek torbalarını kullanmak zorunda kalıyorlardı. Tuttukları balıkları sabaha karşı gizli çıkardıklarından göremiyorduk. Ancak bir gün içlerinden bir trol kaptanı, marinaya girmeden önce, tuttukları şahane balıkları, heyecanla izlerken şimdi sörf yapılan İpsilama sığ kumluğuna teknesini oturtmuştu. Sabah trolcü arkadaşları teknesini yüzdürürken bir balıkçı arkadaşımız tutulan balıkları görebilmişti. Bandırmalı trollerin bu çalışma düzeni yıllarca sürerken, en kaliteli deniz ürünlerimizin ürediği ve barındığı bu eşsiz mercan resif alanı, gün geçtikçe yıpranarak tükeniyordu. Katıldığım her balıkçılık toplantılarında ve değişik yetkili bir çok kişilerle yaptığım bireysel konuşmalarımda, bu alanın sürükleme ağlarına yasaklanmasının önemini ısrarla bildiriyordum. Maalesef hiçbir olumlu sonuç alamadım. Bandırma trollerinin Alaçatı da sürekli kalabilmeleri, Alaçatılı balıkçıların genelde temiz kalpli, sakin ve hoş görülü olmalarına bağlıydı. Örneğin, Sığacık veya Bodrum gibi yörelerde sürekli barınamazlardı.

Altını çizerek bir açıklama yapmak istiyorum. Ben kuzeyden gelen bu trolculere ne kızdım, ne de onları suçladım. Zaten eski Bandırmalı trolcuların birçoğu beni tanır ve severlerdi. İçlerinden birini de eski yıllarda ameliyat ederek kanserden de kurtarmıştım. Ellerine çalışma ruhsatı verirseniz, alt sınırı 3 milden başlayan bu doğal resif alanında, torbalarının sürekli yırtılmasını da göze alarak istedikleri kadar çalışabilirler. Ancak Su Ürünleri Sirkülerlerinde bu alan, sürükleme ağlarına yasaklanır ve trollerde bu alanda kaçak olarak çalışmalarını sürdürürlerse, işte o zaman suçlu duruma düşerlerdi. Ayrıca toplumun değişik kesimlerinde de görüldüğü gibi yakalandıkları takdirde hak edecekleri cezayı peşin göze alarak yasa dışı, dinamitle, sürükleme ağlarıyla ve gece ışıkla dalarak balıkçılık yapanlarda bulunmaktadır. Bu balıkçıları gerekli yeni rasyonel yönetmenliklerle çok sıkı denetime alarak caydırmak ilgili yöneticilerin görevidir. Değişik nedenlerle, ülkemizde bu sorun henüz yeterince çözümlenememiştir. 15 yıl öncesine kadar, bu resif alanımız hala yeterli balık rezervine sahipti. Mercan resiflerinin önemli bir bölümü sürükleme ağları tarafından kırılıp ezilerek azaldıkça kıyı balıkçıları da takımlarını daha kolay kaldırmaya başlamışlardı. Hatta Sığacıklı ve Bodrumlu bazı balıkçılar bile yolun uzaklığına katlanarak bu alana geliyorlardı. 5-6 yıl önce acı son gerçekleşti, bu paha biçilmez koskoca resif alanında, balıkların barınmasını ve üremesini sağlayan mercan tepeleri, tümüyle ezildi, resif teraslarının ve büyük yarıkların çoğunluğu kayboldu, o muhteşem ulusal servetimiz de yok oldu. Canlarını kurtarabilen balıkların bir bölümü, trollerin ezemediği birkaç masif kayalığa sığındı. Geri kalan diğer bir bölümü de üreyip barındıkları yerler yok olunca, büyük bir olasılıkla karasularımızı terk ederek uluslar arası çok daha açık sulardaki bangoslara yerleştiler. Ben bu uluslararası sularda hiç balık avlamadım. Ancak sürat tekneleriyle orkinosa sırtı çeken bazı arkadaşlarım, son yıllarda, eski yıllarda hiç rastlamadıkları, tam donatımlı büyük yunan balıkçı teknelerinin bu açık bangoslarda artık sık sık çalıştıklarını görmeye başlamışlardı. Aslında önlem basitçe alınabilirdi. Örneğin hiçbir özelliği olmayan Sığacık Körfezi trollere nedense yıllarca yasaklandı. Esas bu ulusal hazine alanımız trolle yasaklanmalıydı. Bu alanı koruyabilseydik, draganalık çok daha yoğunlaşıp gelişeceği için, belki balıkçılar takımlarını ancak alanın dış çevresine atabileceklerdi. Buna karşın günümüzün modern Jig yöntemiyle güle oynaya her balıkçı, hiç masrafsız kolaylıkla en yoğun dik resiflerin üstünde istedikleri kadar selektif balıkçılık yaparak kaliteli büyük balıklar tutabileceklerdi. Genç balık nesillerine üreme şansı tanımış olacağı gibi. Ülkemizin bu muhteşem hazinesi de korunacak, hatta daha da zenginleşecekti.

4 Ağustos 2004 ve 20 Haziran 2005 yıllarında yapılan Balıkçılık toplantılarında Çeşme Su Ürünleri Kooperatifleri adına söz konusu olan bu resif alanımızın sürükleme ağlarına yasaklanarak dinlendirilmesi için Su Ürünleri Müdürlüğümüze başvuruda bulunduk. 2011 Nisan ayı başında Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü Başkanı Sayın Prof. Dr. Doğan Yaşar’dan aldığım bilgilere göre, doğal resif alanlarının özel bir yapıları bulunduğu ve sürükleme ağlarından yeterli bir süre korunurlarsa kendilerini toparlayarak eski hallerine dönüşebileceklerini öğrendim. Bu müjdeyi alınca 28 Nisan 2011 de Alaçatı Su Ürünleri Kooperatifimiz, bu teklifimizi Tarım Gıda ve Köy İşleri Bakanlığımızın Su Ürünleri Koruma ve Kontrol Başmüdürlüğüne, benim yazmış olduğum ayrıntılı bir raporla 3 üncü defa başvurdu. Bu 3 başvurumuza da hiçbir yanıt verilmemiştir. Bu konu bazı yönleriyle beni aşmış olsa bile, beni çok üzen bir konu olduğu için, izninizle kişisel düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir Su Ürünleri Fakülte öğretim üyesiyle sürekli iletişim içinde bulunmam nedeniyle, yıllık Su Ürünleri Sirkülerinin hazırlandığı toplantılara, bazen Su Ürünleri Fakültelerinin temsilci öğretim üyelerinin çağırılmadığı biliyordum. Bu yıl daha toplantı yapılmadığından, Su Ürünleri Fakülteleri temsilci öğretim üyelerinin bu sefer toplantıya davet edilip edilemeyeceklerini henüz bilen yok. Aslında ülkemizin yıllık balıkçılık için yasaklanacak bölgeler gibi diğer birçok ayrıntıların, ülkemizin bu konuyla ilgili bilimsel kuruluş temsilcilerine danışılarak ortak saptanması, sorumluluklarının paylaşılması açısından önem taşıyacağı gibi, yapılabilecek bazı eleştirileri de önleyecektir.

Büyük zararlara yol açan motor gücüyle çalışan kıyı ığrıplarının yasaklandığı 1998 yılında, trol yasağı 3 milden 1,5 mile düşürülmüştü. Yunanistan’la aramızda olan kıta sahanlığı sorunlarını yakından ilgilendiren bir konu olduğu için önemliydi. Ancak 16 yıl önce alınmış bu karar Ege Denizi kıta sahanlığı sorunlarımızı ilgilendiren tüm kuruluşlarımızın temsilcileriyle birlikte alınmış ortak bir karar mıydı, değil miydi bilemiyorum. Bu karara gerekçe AB’nin Akdeniz de trol yasağını 1,5 mil olarak belirtmesiydi. Diğer denizlerimiz için rutin toplantılarda her türlü kararlar alınabilir, ancak Ege Denizi kıta sahanlığımızı ilgilendiren bir kararın ilgili tüm kuruluş temsilcilerinin görüşleri alınarak verilmesi ve bu kararın ulusal çıkarlarımıza hiç bir zaman ters düşmemesi gereklidir. Trol yasağının 1,5 mile indirilmesi, kıyıları çok derin çamur olan yalnız Akdeniz’de uygulansaydı, kimse itiraz etmezdi. Ancak Yunanistan’la kıta sahanlığı anlaşamazlığı sorunlarımızın dışında, Ege denizi jeofizik yapısı, içerdiği doğal resif alanları ve bangoslarıyla Akdeniz’den çok farklı bir denizdir.

Bilindiği gibi dış ülkelerde trollere ancak gündüz çalışma izni verilmektedir. Uzun yıllardır direklerine AİS aygıtı yerleştirildiğinden tüm hareketleri modern donatımlı bir merkezin ekranından sürekli kontrol altında tutulmaktadır. Günümüzün zor koşulları altında inşallah olanak oranında erken bu eksikler giderilir ve trollerimize AB uyum yasası uygulanır. Bunun dışında başka bir çözüm görülmemektedir.

Ben 85 yaşındayım, 1970’li yıllardan sonra sürekli Çeşme’nin Güney sularında çalıştığım için, Alaçatı açıklarının geçmişinden günümüze kadar geçirdiği değişiklikleri çok iyi bilen son kişiyim. Bu nedenle bu yazdıklarımı sizlerle paylaşmak istedim. Bekli de bu son yazım olacaktır. Denize olan çok aşırı tutkum nedeniyle, ömrümün önemli bölümü denizde geçti. Yaşam boyu profesyonel takımlarla balık tuttum. Ancak balıkçılığın hiç ticaretini yapmadığım gibi hiç bir kazanç da sağlamadım. Gözlem ve deneyimlerim arttıkça izlediğim olumsuzlukları, ilgili kuruluşlara her fırsatta ileterek ülkemizin çıkarlarını daima korumağa çalıştım. Ancak hiç başarılı olamadım. Nedense ülkemizde büyük birikim ve deneyim sahibi olsanız da, bireysel görüşlerinize ne değer veriliyor ne de saygı gösteriliyor. Ben bir doğa hayranıyım tıp, denizcilik, balıkçılık, spor, müzik ve avcılık dışındaki konularla hiç ilgilenmediğim gibi herhangi bir yorumda da bulunmadım.

Gölleri ve büyük nehirleri dışında yaklaşık 8400 kilometre deniz kıyısı bulunan ülkemizde, genç yaşlardan başlanarak özenle yetiştirilecek uzmanların yer alacağı özerk bir Balıkçılık Bakanlığımızın, ilerde bu sorunlara çözüm getirebileceğine inanıyorum.

Geleneksel Balıkçılık – Asaf Ertan – Mart 2014

Bakanlığa öneriler:
Türkiye balıkçılığı nasıl kurtarılır?
5000 tekne sahibi ne yapacak?
Kıyı balıkçılığı nasıl teşvik edilir?
Geleneksel balıkçılıkta yasaklar?
Geleneksel balıkçılığa geçmek isteyenlere sınırlama nasıl konur?
Geleneksel balıkçılık nasıl denetlenir?
Balıkhanelerin geleneksel balıkçılıkta yeri nedir?
Açık deniz balıkçılığı nasıl teşvik edilir?
Soğuk zincir, fabrika gemiler, pazarlama sorunları nasıl giderilir?
Uygulanan teşvik politikaları şimdiye kadar başarılı oldu mu?

Kitlesel balık avcılığı uygulamalarının dünya denizlerini tüketircesine genişlemesi çok daha az balık avlamaya elverişli geleneksel avcılıkların, sürdürülebilir balıkçılık için, gündeme gelmesini zorladı. Tüm bilgilere, önlemlere, denetimlere rağmen kitlesel balık avcılığının okyanuslara verdiği zararlar azaltılamıyor. Sektörde yatırımların çok boyutlu ve pahalı olması, talebin önlenemez oluşu, getirinin tatlılığı, ülkelerin alan rekabetinde üstünlük politikaları sürdürülemez boyuta gelişi durduramıyor. Bu nedenle geleneksel balıkçılık gündeme gelmeye başladı. Çok yakın geçmişte basında okuduğumuza göre Arjantin kıyılarında denizde besin bulamayan martıların su yüzeyinde yüzen balinaların sırtından parçalar kopararak beslenmeye çalıştıkları belgelenmiş olarak yayınlandı. Martıların bu zararına karşı, balinaları korumak için martıların bir süre vurulmaları gerektiğini okuduk. Dünya denizlerinin durumu bu noktaya gelmiş demek ki.

Su ürünleri avcılığının geleneksel biçimi genelde yanlış olmasa da uygulamada günümüzün bilgilerine göre uygun olmayan yöntemleri olabilir. Örneğin çeşitli otlardan elde edilen özlerin suya karıştırılarak balıkların zehirlenmesi bin yıllardır biliniyor. Yanlış bir usul! Neden yanlıştır bu usul? Zehirlenen balıkların hepsi toplanamaz da ondan. Bu usulü kullanan avcı kendine ve yakın çevresindekilere yetecek kadar balık barındıran alanı zehirleyebilir. Bu alandan elde edeceği balıklarla beslenirken kendileri zehirlenmezler. Pişirilme sırasında kimyasal reaksiyonlar zehrin niteliğini değiştirir. Avcının elde edeceği balık miktarı birkaç kiloyu geçmez ama bayılan, ölen balıkların hepsini de toplayamaz. Patlayıcı maddelerle yapılan balık avcılığı da verdiği zarar tartışılamayacak boyutta olduğu için yasaklanmıştır. Günümüzde artık denizlerde yapılan askeri tatbikatlarda kullanılan sualtı patlayıcılarının ve düşük frekanslı ses yansıtıcılarının kullanılması yasaklanıyor. Patlayıcıların, zehirli bitkilerin yerini alan serpme ağ da kullanılış tarzına göre aynı miktar balığı avlayabiliyor. Makaralı kamış olta ise belirtilen iki avcılık usulünden çok daha fazla balığın yakalanmasına yol açıyor. Geleneksel balık avcılığı yeniden düzenlenirken çok değişik bakış açılarından değerlendirmek gerekecektir.

“Van Gölü İnci Kefali Avcılığı İyileştirme Projesi’nde geleneksel balıkçılıktaki yanlışı düzeltmeye çalıştık. Bu balıkçılık uygulamasında yapılan yanlış üreme döneminde yapılan kitlesel avcılıktı. Gölde akarsu mansaplarında yumurta geliştirmek ve bünyesindeki sedayı atmak için toplanan inci kefallerinin gırgır, ığrıp gibi çevirme ağlarıyla kitlesel biçimde avlanması yanlışını düzeltmek için av yasağı uygulanması ve eğitim çalışmasıyla balıkçılara balığın üreme davranışının öğretilmesi amaçlanmıştı. Halen gölde üreme döneminde yapılan kitlesel yasaklanmış avcılık sıkı denetim nedeniyle çok azaldı. Akarsu boylarında ise evlerinin önünden geçen derenin getirdiği bu nimeti hala tutmak için çabalayan köylülerin varlığı biliniyor. Bu anlamda ve düzlemde bir yasaklamanın mümkün olmadığı bilinerek devamlı aktarılacak bilgiler ve eğitimle bu olayı en aza indirmek amaçlanıyor.

Denizde ise yanlışlarla dolu kitlesel modern avcılıktan özellikle belli kıyı bölgeleri ve özel dip yapılarının bulunduğu yerlerde geleneksel balıkçılığa dönmek amaçlanmalıdır. Bu dönüşümde gelenekselin yanlışlarını, güne uymayan yönlerini de düzeltmek gerekecektir. Ancak geleneksel balıkçılığın olmazsa olmazı durumunda olan uygulamaların kökten kaldırılması özellikle Boğaz Balıkçılığı bakımından çok dikkatlice düşünülmelidir. Burada orta yolun bulunması bilimsel verilere dayanılarak saptanabilir ki bu yolda oldukça bilgi birikimi vardır.

İstanbul Boğazı’nda uygulanan balıkçılık usulleri arasında dalyancılık, manyatçılık, uzatma ağcılığı, volicilik, çökertmecilik, sepetçilik ve oltacılık geleneksel balıkçılık usulleri arasındadır. Bu balıkçılık usulleri, üreme döneminde yapılsa bile, günümüzde uygulanan kitlesel balık avcılığı araçlarıyla yapılan balık hasadının yanında, doğaya verdiği zarar bakımından, yok denecek kadar düşük verimlidir. Hangi avcılık doğal varlıklara hiç mertebesinde zarar verir acaba? Hangi mevsimde tutulan balıklardan hiç yumurta çıkmaz? Hangi mevsimdeki, türdeki, boydaki, yaştaki balıkların üreme gücü, olgunluğu, verimi en yüksek durumdadır? Bu ayırımları hesaba katmadan yapılacak kökten yasaklamalar geleneksel balıkçılığın yok edilerek kitlesel balıkçılığın devamlılığına, ekmeği elinden alınan geleneksel balıkçının büyük balıkçı elinde köleleşmesine neden olur. Günümüzde dünyayı sormakta olan bütünleşme sürecindeki küresel sanayi ve ticaret zaten genellikle küçüğün yok edilmesi esası üstünden hedefine varıyor. Bu hedefe varmak isteyenler yerelin köreltilmesi için çaba harcarlarken, bu gidişe rıza göstermeyenlerin geleneksel balıkçılığı, hoş görülemeyecek yanlışları varsa düzelterek, desteklemeleri gerekiyor.

Eskiden olta balıkçılığı pek az sayıda balıkçı tarafından kıyılardan yapılırdı. Daha çok sandallarla yapılan olta balıkçılığı balık türlerine ve balıkların akış zamanlarındaki hava şartlarına bağlı olarak yapılabilirdi. Olta balıkçılığı gündüz olduğu kadar gece de yapılabilirdi. Genellikle üreme dönemi sonrasında pelajik balıkların sıcak denizlere gitmek için Boğaz akıntılarından da faydalandıkları sonbahar mevsiminde yapılan gündüz ve gece olta avcılığı kasım ayı ortalarına kadar sürerdi. Bu tarihten sonra kitlesel balık akınları azaldığı için sadece merada yerli kalan balıklar özelliği olan kıyı noktalarında avlanabilirdi.

Balıkların üreme dönemi için Karadeniz’e çıkışları mart ayı sonlarına doğru artarak kitlesel bir göç görünümü verir. Bu tarihten haziran başına kadar süren göç döneminde İstanbul Boğazı’nda oltalar ve ağlarla genellikle istavrit, izmarit gibi küçük bedenli balıklar avlanırdı. Büyük bedenli balıklar ise kısmen dalyanlarda avlanırdı. Üreme göçü yapanların büyük bölümü boğazdaki kanal akıntısı ismi verilen, Marmara Denizi’nden gelip Karadeniz yönünde akan akıntıyla birlikte kuzeye çıkarlar. Bu akıntının kıyılara doğru kısmen yayıldığı uygun noktalarda kurulan dalyanlar kitlesel olarak avcılık yapamazlar.

Günümüzde oltacılık artık kıyılardan yapılan makaralı kamış avcılığıyla çok ileri boyutta balık avlanmasına neden olmaktadır. Kıyı balıkçılığı kavramı içinde günden güne gelişen ekipman ve çoğalan avcı sayısıyla makaralı kamışla balık avcılığı giderek sonuçları bakımından büyük balıkçılık ölçeğine yaklaştı. Genellikle sahillerde bulunan yaya ve bisiklet yollarında kamış sallama sırasında kazalar oluyor. Ayrıca kamışçıların avladıkları balıkları canlı tutmak için çeşitli kaplara su doldurup boşatmaları sırasında yayalarla yaşanan tartışmalar tatsızlıklara neden oluyor. Sektörün bu denli gelişeceği dünden belliydi ama siyasetin bu olayı bilinçli olarak görmezden gelmesi bu konunun çözümsüzlüğe varmasına neden oldu. Tüm gelişmiş ülkelerde çok eskiden beri, gelişmiş ülke konumlarından önceden beri, amatör balıkçıların denetlendiği bilinmektedir. Günümüzde artık bizim de bu balıkçılık usulünü denetime almamız ve belli alanlar dışında özellikle sahillerde araç ve yaya trafiğinin yoğun olduğu, kaldırımların yürüyüş yolu olarak kullanıldığı ortamlarda kamış sallayarak balıkçılığa izin verilmemesi gerektiğini kavramamız lazım. Yakın geçmişte televizyon ve basında bu konunun denetime alınacağını okuduk. En azından 15 yıl gecikmiş bir uygulamanın günümüzde zorunlu hale geldiğini, durumun ulaşacağı düzeyi o zamanlarda önerenlerin dikkate alınmamasının sonucunu biraz da utanarak değerlendirmek gerekiyor. Amatör ya da kıyı balıkçısının 15 yıldan beri ruhsata bağlanmamasının sonunda maliyenin kaybının ne mertebede olacağını kim hesaplayacak acaba? Sigara paketine hastaların tedavisinde kullanılmak için yapılan son 60 kuruşluk zamdan bu ülke ne bekliyorsa 15 yıldan günümüze ve geleceğe uzanan süreçte onu bekleyebilirdi. Şüphesiz sigaradan gelecek miktar yıl içinde çok daha fazla olacaktır ama…

Eskiden yapılan sandal oltacılığının birkaç bin katı kıyı oltacısı vardır. Bu kıyı oltacıları yılın her gününde avlanabiliyorlar. Sandal ve küçük ölçekli motorların yapabildiği oltacılık neredeyse yok sayılabilecek mertebelerde kalmıştır. Geleneksel balıkçılığın av biçimlerinden olan fanyalı ağlarda ana ağın ve fanyanın göz açıklığının düzenlenmesiyle avda seçicilik de düzenlenebilir. Çift fanyalı ağlar aşırı avcılığa neden olurlar ki böyle ağların kullanımına getirilecek yasaklar geleneksel balıkçılıktaki yanlış uygulamaların düzeltilmesinde önemli bir adımdır.

Iğrıp, manyat gibi sürütme ağlarında torba ağın göz açıklığı ve ağ gözlerinin ölçüsü çok önemlidir. Bu avcılık usulleri de geleneksel balıkçılığın en belirgin özellikleridir. Bu ağların da daha uygun biçime getirilmesi gelenekselin düzeltilmesine katkı sağlar.

Balık hallerinde kayıtlar düzgün tutulmadığı sürece alınan tüm tedbirlerin boşa gideceği öngörülmeli ve gözden kaçırılmamalıdır. Belediyelerin bu konuda “tavşana kaç tazıya tut” tutumundan derhal dönmeleri belki de balıkçılık sektöründe düzelmeye yönelen en sağlıklı davranış olacaktır. Büyük ölçekli balık alan buzhaneler, ihracatçılar, otel ve lokantalar denetim altına alınmalıdır.

Özellikle büyük avcı takımlarının ( 15 m. ve daha büyükler) uzaktan algılamayla denetlenmesi, av sonrası yanaştıkları iskeleler, iskele yoksa yaklaştıkları ve belli bir süreden fazla kaldıkları kıyılar saptanarak soruşturulması kaçak avcılığın önemli boyutta engellenmesine katkıda bulunur. Bu av takımlarının peşlerinde gezen yardımcı motorların hepsinde uzaktan algılama takibini sağlayacak teknik donanımın bulunması gerekli. Uzaktan algılamayla elde edilen veriler en az iki ayrı kuruluşun denetimine sunulmalı. Soğuk zincir içinde bulunan tüm nakliye araçları da uzaktan algılamayla denetlenmeli.

Kıyı balıkçılığı içinde sayılan dalyanların çoğu günümüzde, av verimli oldukları için, kültürel olarak devamlılığı sağlanamadığı için terk edilip sökülmüşlerdir. Geleneksel balıkçılığın ihyası nedeniyle dalyanların yeniden kurulacağı yerler bilimsel olarak yapılacak araştırma sonucunda eski dalyan alanlarının bulunduğu yerlerde kurulabiliyorsa tercih edilmeli. Eski dalyan sahaları dalyan kurulamayacak kadar değişmişse yeni saptanacak alanlar özellikle yerleşim alanlarından uzak tutulmalı. Tüm kurulu ve kurulacak dalyanların da uzaktan algılamayla denetimi yapılmalıdır. Büyük avcı takımları uygun olmayan zaman ve yöntemle avladıkları balıkları dalyanlar üstünden piyasaya çıkarabilirler. Her aklına esen dalyan kuramamalı. Dalyanda tutulan her balık karaya aktarılmamalı.
Belli boylardaki balıklar zarar verilmeden denize salınmalıdır. Bu konuda devamlı bilgilendirme ve denetimler “sürdürülebilir” geleneksel balıkçılığın olmazsa olmazı olmalıdır.

Bütün su ürünleri fakülteleri bir proje dahilinde büyük avcı takımlarına, kıyı balıkçılığı yapan balıkçı köylerine yönelik eğitim çalışması yapmalı. Bu çalışmada hem balıkçılardan bilgi edinilmesi hem de onlara yeni bilgilerin ve tehlikeli gidişin yorumu aktarılmalı. Ülkeye yönelik tümden bir çalışma olmadan balıkçılığın kurtarılamayacağı anlatılmalı.

Yeni bir balıkçılık modeli geliştirilirken yabancı modellerin örnek alınması kolaycılığından kaçınılarak, ülkenin denizleri ve potansiyeli ortaya konmalı. Bunun için ülke içinden veya dışından, yapılmış olan bütün bilimsel araştırma sonuçlarının birlikteliğinin sağlanmasına öncelik verilmelidir. Partiler üstü bir girişimle balıkçılığı şimdiye kadar yapıldığı tarzda, siyasete alet etmeden düzenlemek ülke halkının sağlıklı beslenmesine çok önemli bir katkı olacaktır. Tabii ki ülkenin doğal değerlerinin korunarak kullanılması da sağlanmış olacaktır. Ayrıca tüm dünya denizlerinin birbirleriyle bağımlılığı söz konusuyken sadece “bizim denizler ve balıklar” bencilliğinden kurtulmanın yolunun da parti siyasetinin üstünde olduğunu benimsemenin zamanı geldi ve geçiyor. “Göçmen balık tutulmazsa komşu tutar, göçmen balık tutulmazsa su olur” kavramlarına itibar etmenin kolaycılığından ve iğrençliğinden kurtulmamız gerekiyor. Benzer bir söylem de kara avcılığında göçmen kuşlar hakkında söylenir. Bu nedenle hem biz hem komşu avladığı için nesillerin kökü kazınır.

İthal edilen balıklarda yasalara aykırı boyutta bir tek balığa rastlanmamasının nedenleri iyi irdelenmeli, ihracata kaynak oluşturacak avcılık, balık ithal edilen ülkelerde, onların ihracat denetimleri örnek alınarak uygulanmalı. Özellikle sebze ve meyve ihracatında üretimdeki ve denetimdeki eksiklik nedeniyle üzerinde kimyasal kalıntılarla geriye yollanan malların bolluğu unutulmamalı…

Geleneksel kıyı balıkçılığı kavramında hem küçük deniz araçlarıyla hem de karadan yapılan balık avcılığında kamış, kepçe, serpme, çökertme, uzatma ağları, sepetler, paraketeler ve çeşitli olta takımları kullanıldığı biliniyor. Bütün sayılan usullerle yapılan avcılıklar ile gelecekte ortaya çıkacak başka balık avcılığı usullerini kullananların ruhsatlandırılması, denetimlerinin sağlanabilmesi için, olmazsa olmaz şartların başında gelir. İçinde bulunmak için çeşitli ödünler verebildiğimiz AB topluluğu yukarda sayılan avcılık sistemleri için böyle bir kayıt zorunluluğu getirmiştir. Bu konuda davranış önceliği uyarıdan önce gelmelidir.

Geleneksel balıkçılığın uygulama yanlışlarını silecek düzenlemelerin bilimsel doğrular içinde ele alınıp, bilim adamları ile geleneksel balıkçılıktan henüz ayrılmayan balıkçılarla birlikte yapılması doğru olacaktır. Geleneksel kıyı balıkçılığıyla geçinen profesyonellerle geleneksel kıyı balıkçılığı yapan amatör avcılar birbirinden ayrılmalıdır. Özel aracıyla taksicilik yapanlara karşı alınan tedbirlerde son zamanlarda yükseltilen cezaların nedeni profesyonel ve amatör arasındaki vergilendirme kıstasları değil mi? Kıyı kamışçılarının içinde çok az sayıda profesyonel varken, amatörler tuttukları balıkları satarak profesyonellerden çok daha fazla ciro oluşturmaktalar. Bu karmaşaya bir son vermek gerekmektedir.

Denetleme yapan kuruluşların personeli ne yazık ki yapması gereken denetimin kapsamını, özelliğini, niteliğini yeterince bilmiyor. Böylece olması gereken biçimde denetim yapılamıyor. Denetlenecek konunun özelliklerini, ölçülerini belirtecek basılı malzemenin güncel olarak denetçilerin ellerinde olması gerekmektedir. Ülkemizden kaçırılan yaban hayvanlarını, bitkileri, soğanları tanıtan broşür, kitapçık gibi görsel yardımcı malzemenin önemi tartışılamaz.

Kitlesel balıkçılık ülkemizin nüfusu karşısında kaçınılmaz olmuştur. Böylesine bir nüfus kitlesinin beslenmesinde çok önemli bir yer tutan besin olarak deniz ürünleri arasında balıklar önde gelmektedir. Yetiştirme usulleriyle üretilen balık miktarı avcılıkla yakalanan miktara doğru yükseliyor. Yetiştirmenin ve avcılığın sınırlarının olduğunu, dünya ve ülke denizlerinin verim sınırına çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Gidişin sürdürülemez yolda olması, yıllardır bu çok önemli hayati konuda bir bakanlığın kurulmamasında da görülebilir. Ülke halkının temel besinlerinin başında gelen balığın ve balıkçılığın tarım ürünleri arasında değerlendirilmesi, sırtını denizlere dönen bir ülkenin olağan politikaları arasında sanki kesme çiçek üretiminin yıldan yıla fiyatlara yansıması gibi ele alınıyor.
Şüphesiz bu fiyat politikası serbest piyasa şartlarına göre oluşuyor ama kesme çiçek temel besin kaynakları arasında değildir.

Dünya devletleri dünya denizlerini özellikle fakir ülkelerin kıyılarını açık deniz balıkçılığıyla talan ederken bizim kitlesel balık avcılığı takımlarımız kendi kıyılarımızı talan ediyor. Dünya üstünde hiçbir talanın mükemmele varan sonucu görülmemiştir. Dünyanın en büyük sömürgeci devletleri bile asırlar boyu altın, elmas ve insan sömürdükleri halde günümüzde ekonomik bakımdan büyük sıkıntı içinde değil mi? Denizlerin de böyle sömürülmesi nereye kadar gider?

Kitlesel balıkçılığı sürdürülebilir olacak biçimde yeniden yapılandırmak gerekiyor. Derinliği çok az olan kıyılarda derin ağlarla avcılığı engellemek, dip trolü gibi yıkıcı bir balıkçılık sistemini terk etmek, orta su trolünü ağ ölçülendirmesiyle birlikte ikame etmek gibi yenilikleri güncel hale getirmek balıkçılığımızın kurtuluş reçeteleri içinde bulunması gereken tavsiyeler olarak düşünülebilir. AB uyum yasaları konusunda önümüze çıkan tekne sayısının azaltılması konusu aşırı giden tekne artışını durdurup olması gereken düzeye çekebilmek için iyi bir fırsat. Türkiye’nin tüm denizlerinde bulunan 21000 balıkçı teknesinin 16000 seviyesine düşürülürken balıkçılıktan vazgeçmek isteyenlerin teknelerinin bedellerinin ödenerek alınması söz konusu olurken gırgır avcılığının da 24 m. den sığ sularda av yasağının getirilmesi iyi olmuştur. Bu girişim son yıllarda yapılan düzenlemelerin artık daha bilimsel olduğunu vurgularken balıkçılar bakımından tartışma adına değer kazanmıştır. Ne yazık ki yeni kararların doğru biçimde ve zamanda duyurulmaması doğru yapılan düzenlemeye kusur getirir ve kararın belki de geri çekilmesine neden olabilir. Benzer düzensizlikler havuz balıkçılığı için geçmiş yıllarda yaşanmıştı. Balıkçıların büyük bir kesimi balık bulucu algılama teknolojisinin verilerini değerlendirmekten uzak durumda. Büyük boyutlu balıkçı teknelerine takılan balık bulucu olarak adlandırılan ses dalgalarıyla veri toplama teknolojisi hakkında gerçekle ilgisi olmayan uydurma bilgiler ortalıkta uçuyor. Bu teknolojinin kullanılmasında, kapasite bakımından sınırlandırma gerektiğine inanç küçük ve kıyı balıkçıları arasında ileri düzeyde. Bu konunun doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında bilgilendirilmeleri gerekiyor. Balıkçılar yanlarında, teknelerinde görmedikleri, balıkçı kahvelerinde tartışamadıkları bilim adamlarına güvenlerini kaybediyorlar. Onları kendi ekmekleriyle oynayan, masa başı bilimcileri olarak ve çok açıkça küçümseyerek değerlendiriyorlar. Bu yanlışlığın düzeltilmesi için balıkçılarla bilimcilerin birlikte daha uzun süre ve sıklıkla birlikteliği gerekiyor.

Balıkçı barınaklarında yazıhaneleri bulunan kabzımalların küçük soğuk hava depolarının soğutma üniteleri yetersiz kalıyor. Uzak limanlardan balıkhanelere bazen dökme balık arasına buz kırıkları karıştırılarak sevkiyat yapılıyor. Soğuk zincir tam anlamıyla oluşturulamayınca değer kayıpları kaçınılmaz olarak artıyor. Bu düzensizlikte denetim yapılması da bir sonuç vermemektedir. Balık hallerinin yeniden düzenlenmesi, maliye, gıda ve çevre bakımından denetlenmeleri kaçak ve uygunsuz avcılığa çok etkili bir denetim sağlayabilir. Balık, avcı teknesinden satışta müşterinin torbasına girene kadarki süreçte denetlendiği takdirde tükenmeyecek bir doğal nimettir.

Orta Karadeniz’de balık avı mevsimi açılmadan önce bir gecede çapariyle 10000 palamut avlandığı haberi basında çıktı. Limanköy kahvelerinde şu günlerde 3 boy palamut varlığından bahsediliyor. Bilimsel bir ölçüm yok ama yapılan tariflere göre ortalama 20cm, 24 cm ve26 cm boyundaki palamutların bu yörede de çapariyle avlandığı söyleniyor. İki hafta önce durgun denizde açıklara doğru vonoz sürülerinin karartıları belli oluyordu. Muhtemelen belirtilen ölçülerdeki balıklar yumurta dökme ve döllenme tarihleri arasındaki farklılıktan kaynaklanıyor. Balıkçıların aktarımlarında sonbahar ilerledikçe yakalanan palamutların arasında boyca daha büyüklerine rastlanıyor. Kasım ayı ortalarından itibaren de seyrek olsa da toriklerin yakalandığı belirtiliyor. Bu aktarımlardan şunu çıkarabiliriz: mevsim başında tutulan ve aralarında çok küçük boy farklılığı olan palamutlar bu yılın yavrularıdır. Anaç balık sayısı erken avcılıkta az görülüyor. Dalyanların üreme mevsiminde Üreme dönemi sonunda artan palamut popülasyonu göç zamanı gelince güneye doğru yolculuğa başlıyor. Bu yolculuk başlangıcı av sezonu açılmadan başladığına ve yolculuğa çıkmadan önce de Karadeniz’de çeşitli usullerle avlandığına göre henüz bir sefer bile üreme şansları olmadan avlanmış oluyorlar.

Üreme dönemi arkasından yapılan ve yaşını doldurmadığı için hiç ürememiş olan kestane palamutu yani 22-23 cm boydaki balıkların kitlesel avcılığı bir dalyanın avlayacağı yumurtalı balıkla karşılaştırılabilir mi? Sadece bu nedenle dalyanlara karşı çıkmak haksız rekabeti körüklemek gibi bir durum. Kaldı ki dalyanlara da uygun kısıtlamalar getirilebilecekken toptan ortadan kaldırılmaları balıkçılık kültürünün bir kolunun kesilmesi gibi olacaktır. Bu durumun göz önüne alınması ve yarım yamalak kültürlerle yola devam edilmesi başka çarpıklıkları getirir.

Doğu Karadeniz’de yöresini hiç terk etmeyen palamut varlığından bahsediliyor. Böyle bir gerçek varsa o takdirde Karadeniz’de palamut avcılığının yeniden ele alınıp değerlendirilmesi gerekiyor.

Bundan 40 yıl evvelki avcılıklarda Boğaz’da palamut ağlar, çapariler ve oltalarla yakalanırdı. İstanbul Boğazı’nda genellikle eylül, ekim, kasım ve aralık aylarında yapılan palamut avcılığı sırasında önceleri vonozlar istavrit çaparisiyle avlanırdı. Daha sonraları sandallardan ve kıyılardan kullanılan yünlü zokaları, sandallardan seğirtme zokaları ile gündüz ve gece yemli oltalarla avlanırdı. O zaman avlanan palamutlar, özellikle seğirtme ve yemli oltalarla avlananlar, genellikle iri ergin balıklardı. Kasım ortalarından itibaren torikleşmiş ve daha irilişmiş olanlar yakalanırdı. Bu durumda demek ki erginler ve yaşlılar gecikerek güney yolculuğuna çıkıyorlardı. Günümüzde Karadeniz’de avlanan palamutların göç düzeninin eskilerle ne kadar benzeştiğini bulmak gerekiyor.

Mevsimsel avcılığın son dönemlerinde günümüzde de iri balıklar avlanıyorsa durum esas anlamında sabit mi kalmıştır? Değilse ergin balık sayısında azalma tehlikeli boyutta mı demektir? Ya da Karadeniz’de ömür boyu kalan palamutlar stokta azalmayı bir bakıma engelliyor olabilir mi?

Balık hallerindeki verilere güvenerek yapılacak çalışmanın gerçekleri yansıtma ihtimali nedir?

Gırgır avcılığında deniz derinliği 24 m. ye indirilince avcılığa önemli bir kısıtlama getirilmiş oldu. Ancak takımlarını eski statüye göre hazırlamış olan balıkçıların daha derin sularda avlanabilmesi için ağ ağırlıklarının arttırılması gerekecektir. Aksi halde balık sürüsü ağın batmasından daha hızlı hareket ederek ağın kurşun yakası ve istinga halatı dibi bulmadan ağın dışına çıkabilir. Burada iki husus ortaya çıkıyor. Balık sürüsünü çevirmek için ya çok daha uzun bir ağ çevirmesi yapılmalı ya da ağın çabuk batması sağlanmalı. Takımların yeni statüye göre yeniden biçimlendirilmesi gerektiği ortada. Bu bakımdan böyle statü değişikliklerinin balıkçılık mevsiminin açılışına sayılı günler kala yapılması yanlıştır. Balıkçıların yeniliklere ayak uydurabilmesi için bir süreye ihtiyacı vardır. Bu bakımdan gelecekte yapılacak değişikliklerin ya zaman bakımından iyi ayarlanması ya da balıkçının takım değişikliğine destek sağlanması gerekmektedir.

Gırgır avcılığı yapan teknelerin boylarının açık denizlere çıkabilecek boyutta olması gerekliliği artık çok açıklıkla belli olmuştur. Kıyılarda 24 m. den daha sığ sularda gırgır avcılığının yasaklanması da tekne boylarının büyümesini gerektirmektedir. Kıyılarda avlanan ve tekne boyları küçük kalan gırgır takımlarının av takımlarını değiştirmeleri ya da teknelerini bedelleri karşılığı devlet fonuna devretmeleri sisteminin bir an önce hayata geçirilmesi gereği ortaya çıkıyor. Kıyı balıkçılığının, geleneksel balıkçılığın AB uyum süreci içinde ele alınıp dönüştürülmesinin hızlandırılması akıllıca olacaktır. Belirli bir süre sonra gırgır av derinliğinin kademeli olarak sonuçta 50 m. derinliğe çıkarılacağı bilinen bir durumken hazırlığın erken yapılması değişimin yumuşak yaşanması için gereklidir.

Bu değişimler sırasında art niyetli kişilerin statükonun korunması uğruna yalan yanlış açıklamalar yapmalarına karşılık bilimsel bakışı vurgulayan bir bilinçlendirme programının basın ve televizyonlarda kamuoyunu bilgilendirmesi gerekiyor.

Deniz ve Sağlık – Prof. Dr. Orhan Cura – Şubat 2014

Evrenin 7/10’u denizlerden oluşmuştur. Zaten yapılan köklü araştırmalara göre evrende ilk yaşam denizde başlamıştır. Deniz büyük bir mineral (organik olmayan madde) deposudur. İçerdiği minerallerin ¾’ü sodyum klorür, geri kalan bölümünün çoğunluğu magnezyum klorür ve sülfat olup, az bir kısmı ise kalsiyum, sodyum, potasyum sülfat, potasyum klorür, strosium karbonat, iyodürler, bromürler ve asit boriktir. Deniz yaşam için gerekli olan demir, bakır, çinko gibi, 92 eser element de içermektedir. Deniz suyunun içerdiği tüm maddeler biyolojik bir denge içinde bulunmaktadır. Deneysel olarak, denizin beş ana tuzunun oranlarının değiştirilmesi, başta Ph değişikliğine yol açarak, deniz suyunu toksik hale dönüştürüp, deniz içi yaşamı yok etmiştir. Ph kavramı, bir maddenin asitli veya bazlı kimyasal niteliğini belirtmek için kullanılan 14 basamaklı bir ölçektir. Asitlik derecesi 1 Ph’dan 7 Ph’ ya kadar giderek azalırken, bazlık derecesi 8 Ph’dan 14 Ph’ya kadar ters orantıda artmaktadır. Arada kalan 7 Ph nötr olup, maddenin asitli veya bazlı olmadığını belirtmektedir. Doğal deniz suyu Ph’sı 7,7-8,4 arası olup, 7,35 olan canlı varlık Ph’sına çok yakındır. Deniz suyu sadece mineral içeren bir sıvı değildir. Bitkisel ve hayvansal plankton( tek hücreli canlı) larla birlikte, zararsız bakteriler içeren, adeta kanın simgesi gibi, biyolojik karmaşık canlı bir sıvıdır. Deniz suyu oksijeni, kapalı koylarda ve derin denizlerde azalmaktadır. Temiz bir denizde, 760 mm cıva basıncında, deniz suyunun oksijen oranı en üst düzeyine erişmektedir. Değişik denizlerin tuz yoğunlukları da farklılıklar göstermektedir. Örneğin: Kızıl Denizde %o de 42, Karadeniz’de %o19. Orta, Güney Ege ve Akdeniz’de %o 36-38’dir. Deniz dibi çökeltileri radyoaktivite de içermektedir. Çok eski çağlardan beri, denizin sağlığa olan faydaları, hekimler tarafından bilinmesine karşın, kanımca var olan bu büyük nimetten, yeterince yararlanılmamıştır. Toplum genellikle kaplıca kürlerini benimsemiştir. Kükürtlü, soda klorürlü ve bikarbonatlı olarak üç ana gruba ayrılmış olan kaplıcalar, ayrıca sularının ısı derecelerine göre, sıcak, ılık (hipotermal) ve soğuk olarak da, sınıflandırılmışlardır. Soda klorürlü hipotermal bir kaplıca benzeri olan deniz, çok farklı özellikleriyle daha üstün bir tedavi gücüne sahip bulunmaktadır. Deniz suyu, çevresinin güneşi, rüzgarıyla birlikte, dip çamuru ve sahil kumuyla, değişik hastalıkların tedavisinde başarıyla kullanılmaktadır. 1876 yılında bu tedavi türüne (Thalassoterapi) adı verilmiştir.

Ülkemiz 8330 km olan deniz sahil şeridimizle, eşsiz jeofizik zenginliklere sahiptir. Özellikle 2805 km uzunlukta olan Ege Denizimiz, thalassoterapiye en uygun bölgemizdir. Kışın gündüz hava sıcaklığı, yaklaşık 10-11 derece olan, saat 10-15 arası ısı farkı 5 dereceyi aşmayan ve nem oranı % 60’ın altında bulunan Orta ve Güney Ege kıyılarımız, evrenin, bu tedavi yöntemi için, en elverişli yörelerinden biridir. Maalesef çok değerli bu kıyılarımız artık thalassoterapi için gereken temizliğe sahip değildir. Bu durum denizlerimizin bilinçsizce, umursamadan bir çöplük gibi kullanılmasından ve özellikle, bazı sanayi artıklarının arıtılmadan denize salınmasından kaynaklanmıştır. Deniz kirliliğinin önemli bir bölümünü bu inorganik maddeler oluşturmaktadır. Ancak başta balık üretim çiftliklerinin yol açtığı organik deniz kirlilikleri daha az olmalarına karşın, bu kirlilikler deniz canlıları tarafından sürekli tüketildiğinden, doğal deniz yaşamının yozlaşma riski açısından, bizi kuşkulandırmıştır. Son yıllarda alınmaya başlanan önlemler ve çalışmalar oldukça olumlu sonuç vermeğe başlamış olsa da, henüz yeterli değildir.

Thalassoterapinin ayrıntısına girmeden önce, denize girmenin genel kuralları hakkında toplumumuzun bilinçlendirilmesi yerinde olacaktır. Denizlerden uzak bölgelerde yaşayan ve tatillerini, deniz kıyılarında geçirmeye gelen bireyler, en az ilk iki gün iklime uyum sağlayabilmek için denize girmemelidirler. İlk deniz banyosunun süresi erişkinler için 10, çocuklar için ise 5 dakika olmalıdır. Uygun giriş saati 10- 17 arasıdır. Denize yemekten 3 saat geçmeden girilmemelidir. Önce soğuk beden, güneşte terlemeden biraz ısıtılmalıdır. Denize ilk giriş anında, iç organ damarları genişleyerek, kısa bir titreme ve üşüme oluşturmaktadır. Kısa bir süre sonra, ikinci bir damar-sinir etkileşimiyle, iç organ damarları büzülmekte ve yüzeysel cild damarları genişlemektedir. Daha sonra solunum hızlanarak kan oksijenini arttırmakta ve kasların gücünü yükseltip, sindirimi uyarmaktadır. Yüzerken kişisel yapıya bağlı olarak, değişen belirli bir süre sonunda, ikinci bir titreme ve üşüme oluşmaya başlayınca, denizden hemen çıkılmalıdır. Yaş olarak, rüzgarda kalınmamalı, belirli bir süre beden hareketleri yaptıktan sonra, tercihen deniz suyundan daha soğuk bir suyla duş alarak kurunmalı ve bir saat süreyle de katı gıdalar yenilmemelidir. Dalgalı denizlerde, bedene çarpan dalgaların mekanik etkileri, hidrolik bir masaj oluşturduğundan faydalı olmaktadır. Metabolizma tıpta, bedensel enerjiyi sağlamak için oluşan, biyolojik ve kimyasal değişimlerin tümüne verilen addır. Deniz banyoları, temel metabolizmayı yükseltmekte, sinir sistemini ve guatr bezinin çalışmasını düzenlemektedir. Ayrıca deri solunumunu ve kan alyuvarlarının demirini arttırmakta, ürik asidi de düşürmektedir. Bu işlemlerin dışında, kalp kaslarını güçlendirerek, kalp atışlarını yavaşlatıp, kan dolaşımını da düzenlemektedir.

Baş ağrıları, aşırı yorgunluk ve uyku bozuklukları ortaya çıkarsa, deniz banyolarına son verilmelidir. Aşırı kalp, solunum, böbrek yetmezlikleri olanlar, keratitli, konjonktivitli göz hastaları, veremliler, kulakları sürekli akanlar ve sinir krizi geçirenler denize girmemelidirler. Açıklanan bu doğal deniz banyosu, fiziksel etkili olup, thalassoterapinin ancak belirli bir bölümünü oluşturmaktadır. Özellikle küçük çocuklar için güneşte doğal olarak ısıtılmış, sıcak deniz suyu banyosu, thalassoterapinin en değerli yöntemidir. Bu yöntem hem fizik hem kimyasal etkili olup bilimsel adı (Hidro-termo-thalassoterapi) dir. Cilt yüzeyi ile sıcak deniz suyunun arasında oluşan değişim sırasında, deri tarafından deniz suyu mineralleri emilirken, bedendeki bazı zararlı maddeler de atılmaktadır. Bu olaya (trans-mineralizasyon) adı verilmiştir. Taze temiz deniz suyu, güneşte 35-36 derece kadar ısıtıldıktan sonra kullanılmaktadır. Thalassoterapi merkezlerinde, bu banyo süresi çocuklar için 15, erişkinler için 30 dakikadır. Yazın çocuklara bu uygulama aileleri tarafından da yapılabilir. Aç karnına çıplak olarak uygun boyutta bir bidona yerleştirilen çocuk, 36 dereceye kadar güneşte ısıtılmış temiz deniz suyu içinde 15 dakika tutulacaktır. Genelde, 20 günlük bir kür yeterli olmaktır. Sıcak deniz suyu duş olarakta uygulanmaktadır. Bu duş bir buçuk dakika sürede uyarıcı, 6 dakika sürede ise sakinleştirici etki göstermektedir. Sıcak deniz suyunun kompres niteliğinde bazı cilt yaralarına uygulanmasına, hidrokineziterapi adı verilmektedir.

Bedenimizdeki izotonik adı verilen fizjiolojik su, %o 9 tuz içermektedir. %o 9 daha yüksek oranda tuz içeren sulara hipertonik, %o 9’dan daha az oranda tuz içeren sulara da hipotonik adı verilmektedir. Yerel olarak doğal deniz suyu bazen sıcak veya soğuk halde kullanıldığı gibi, bazen de iki değişik oranda sulandırılarak izotonik ve hipotonik olarak da kullanılmaktadır. Bu uygulamalar gargara, damlatılma, püskürtme ve lavaj niteliğinde uygulanmaktadır. Miğde asidi yetersizliği gibi, bazı sindirim bozukluklarında deniz suyu, içme kürü halinde kullanılmaktadır. Isıtılmış deniz suyunun özel bir aygıtla nokta halinde püskürtülmesine hidro-akapunktur adı verilmektedir. Bu yöntem diş etleri yangılarının tedavisinde uygulanmaktadır. Sıcak deniz kumu (psammoterapi) ve sıcak deniz çamuru (fangoterapi), özellikle romatizmal eklem hastalıklarında başarıyla uygulanmaktadır. Felçli bazı kronik göğüs hastalarının, ılımlı bir iklimde, denizden karaya doğru esen hafif rüzgarlı günlerde, rüzgar yönüne karşı yan yatırılarak, bol ozon içeren hava solumalarını sağlayan tedavi yöntemine anemoterapi adı verilmektedir.

Depresyon geçiren, sinirleri yıpranmış hastalara, elverişli meteorolojik koşullarda, yelkenli tekneyle, sessiz ve sakin ortamda yaptırılan bir mavi yolculuk, çok olumlu sonuçlar vermiştir. Uzaydan dönen astronotların balığa çıkarılmaları da bilinçle yapılmış olup, bir rastlantı değildir. Özetleyecek olursak, Thalassoterapi, önemli doğal bir tedavi yöntemidir. Deri, kan, sindirim ve sinir sistemi hastalıklarında, hormonal ve alerjik bozukluklarda ve özellikle, romatizmalı hastalarda olumlu sonuçlar vermektedir. Tıpta bu konu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Anabilim dalının, özel bir bilim dalı olan Hidro-Klimatoloji Bilim dalını ilgilendirmektedir.

Ben yaşamının önemli bir bölümünü, hala denizlerde geçiren bir kaptan, araştırmacı balıkçı, mavi- yeşil renklere hayran, çevreci eski kara avcısı olan, bir tıp öğretim üyesi olarak, bu konuya sürekli ilgi duydum. Geçmiş yıllarda, değişik kongrelerde, bildiriler sunarak, ülkemizin bu eşsiz jeofizik olanaklarından yararlanılmasının gereğinin üstünde durdum. Kanımca yapılacak ilk iş, denizlerimizin ve deniz kıyılarımızın temizliğini sağlamak olacaktır. Günümüzde belki Thalassoterapi hakkında yeterli bilgi sahibi bile olmadan, deniz kirliliğine karşı yılmadan, savaş vermeğe çalışan tüm çevreci kuruluşlarımızı içtenlikle kutluyor, azimle sürdürdükleri bu çalışmalarını candan destekliyorum.

Deniz postasına gelen yazılar, vakfımıza gönderilen ve geniş kitlelerce okunmasında, bilinmesinde ve öğrenilmesinde fayda görülen deniz konularıyla ilintilidir. Gönderilen ve seçilerek siteye konulan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlara aittir.