Yüz Yıllık Zoka
YÜZ YILLIK ZOKA
20. Yılımızda Kurucularımızdan Şahika ve Asaf Ertan’nın vakfımıza hediye ettiği 100 yıllık seğirtme zokası yıllarca kullanıldığı Boğaz’a bakıyor. Aşağıda Asaf Ertan’nın bu olta takımının hikayesini anlattığı kendi deyimi ile “Tuzlu Hatıraları” bulabilirsiniz.
1964 yılı Ekim ayının ikinci haftasında hafif esen lodos rüzgârı ve güneşli bir havada Kanlıca Körfezi açığında torik seğirtmesi yapmayı istemiştim. Bir akşam önce Aşiyan önünde lüfer tutarken arada birkaç palamut da gelmişti. Palamutlardan biri zindandelen olarak adlandırılan boydaydı. İşte bu nedenle ertesi gün bir deneme yapayım dedim ve seğirtme takımını hazırlayarak denize çıktım.
Aşağı suyu akıntısı istikametine ters esen lodos sandalın yer değiştirmesini yavaşlatarak kürek tutma zahmetini ortadan kaldırmıştı ama gene de Anadoluhisarı istikametine doğru yavaşça akıyordum. Hekimbaşı yalısı açıklarına geldiğimde seğirtmeye bir ağırlık bindi. Ala vere biraz uğraştıktan sonra bir toriğin kuyruk darbeleriyle, livarı dolduran su, sandalın ambarına taşmaya başladı. Yaklaşık iki saat süren avcılıkla yorulmaya başladım ve acıktım. Ev birkaç yüz metre ilerde. Vardım eve, sandalı bodoslamadaki halkadan rıhtımdaki halkaya bağladım. Kıçtan da küçük demiri saldım. Bahçeyi geçip yukarı çıktım. Birkaç lokma atıştırdım ve yallah gene sandala ve seğirtmeye…
Ala vere aka çıka saatler geçerken Köprülüler yalısının önünde oltaya bir yük daha bindi. 90 numara misina, kuvvetli fırdöndü ve 60 numara beden, yumruların üstüne işlenmiş pirinç balıksırtı şeritler oltanın acımasızca çekilmesini sağlarken küpeştenin birkaç metre altında parıldayan ikinci torik yaklaşık 15 saniye sonra birincinin yanında livardaki yerini aldı. Gün akşamüştüne dönerken Anadoluhisarı vapor iskelesinin iki yanında yer edinerek balık satan Nevzat ve Faruk kardeşlerden Faruk ağabeyin tezgâhının arkasındaki alçak tahta iskeleye aborda oldum.
İki elimin parmakları arasında iki torik baş aşağı sallanarak iskelenin üstüne çıkarak Faruk ağabeye seslendim. Tezgâhın ardından başını uzattı. Toriklere bir göz attı. Nerden buldun onları ünlemesi geldi göz atmanın ardından. Cevap bir anda fırladı dudaklarımın arasından “tuttum”. “Sen naptığının farkında mısın” diyerek Faruk ağabey ilerledi iskelenin üstünde elimdeki toriklerle dikilen bana doğru. Bu yıl Boğaz’da siftah yoktu daha diyerek beni hayrete düşürdü.
Balıkçı tezgâhının yanında denize doğru uzanan balıkçı kahvesinin önünde çaylarını içerken sohbeti koyulaştıran kahvehane müdavimleri ikimizin konuşmasına kulak kabarttılar ve hepsi mesleklerinin erbabı olarak “oooo” nidalarını saldılar üstüme doğru. Aralarından biri, lakabı Kostarikalı Mehmet, “ Faruk değerini iyi kes” dedi. Faruk ağabey torikleri alıp tezgâha yatırdı. Birkaç saniye balıklara baktıktan sonra gözlerini bana çevirdi ve çifti yetmişbeş diyerek açık arttırma girişimi yaptı. Bendeniz kimse arttırmasın ve torikler Faruk ağabey’de kalsın düşüncesiyle onun sesi henüz yankılanırken “sattım” diyerek önlemi aldım.
Faruk ağabey yarı ıslak elini önlüğün önündeki derin cebe sokup balık pullarıyla süslenmiş biraz nemli bir tomar kağıt para çıkardı, saymaya başladı ve yetmişbeş lirayı uzattı. Alırken bereket versin dedim ve bereketli olsun cevabıyla birlikte dönüp sandala atladım. Ala kürek eve vardım. Üskündüreye bağladım kayığı, kıçtan baştan koltuk alarak rıhtıma çıktım. Vardım üst kata anneannemin yanına. Koltukta oturmuş birinci cıgarası parmaklarının arasında tütüyor. Sordu hemen! Balıklar? Sattım dedim. Elimi cebime attım. Yetmişbeş lirayı çıkardım. Beşliği ayırdım kendime, yetmiş lirayı verdim eline. Hüzünlendi. Gülümsedi. Başını salladı. Cıgarayı bastırarak söndürdü. “Bereketini bul” dedi.
Kostarikalı Mehmet aslında Anadoluhisarlı. Gençlik yıllarında gemilerde çalıştığı yıllarda dünyanın çok yerine gitmiş, dünyayı görmüş biri. Limanlardan köyüne kartpostallar gönderirmiş. Günün birinde Kostarika’dan da bir kart geliyor Anadoluhisar’a. Bura nerededir acaba, nasıl ülke adıdır bu soruları Mehmet ağabey seferden dönene kadar sürüp gitmiş. Vakta ki Mehmet ağabey günün birinde köyüne dönüyor ve karşılaşma kucaklaşmalarından sonra Kostarika’nın nerede olduğu lafı açılıyor ve balıkçı kahvehanesinde kahkahalar arasında Mehmet ağabeyin Kostarikalı olduğu tesçil ediliyor.
Ahmet Bedii dayıdan bana intikal eden tarihî seğirtme zokası kaç torik, sivri, zındandelen, kofana tuttu bilmiyorum. Hâlâ kutumda duruyor ama bendeniz 40 yıldan beri balık tutmuyorum.
Bu zokanın bir de tarihi geçmişi var. Biraz da o tarihten bahis gerekiyor. 9 yaşındayım. Günün birinde anneannemin ağabeyi Ahmet Bedii dayı elinde kocaman bir kutuyla indi faytoncu Hasan efendinin faytonundan. Pencereden gördüm bu manzarayı. Kapıyı açmaya koştuk anneanne ve bendeniz. Karşıladık misafiri, elinden kutuyu aldım ama kutu bir külçe. Hemen bıraktım yere. Kapak kilitli. İçinde ne var acaba demeye kalmadı. Büyük dayı” bunu kaldır Feride sakla bir yere, vakti gelince çıkarırsın” diyerek kutunun muhtevasını açıklamadan ortadan kaldırılmasını kesin biçimde anlatmış oldu. Ahmet dayı ile bendeniz oturma odasına geçerken anneannem kutuyu alarak koridorda gözden kayboldu. Biraz sonra geldi ve gereken ihtimamı göstererek misafirimizi ağırlama girişimi başladı. Bendeniz, çocukluk işte bir süre sonra kutuyu unuttum gitti. Bir yıl kadar sonra tesadüfen tavanarasına çıktığımda büyük dayının balıkçılık takımının kutusunu hırpani, samanları dışarı fırlamış bir koltuğun altından bana göz kırparken görmez miyim? Paslı küçük bir anahtar kutunun kulbuna sicimle bağlı. Biraz zorlayarak açtım kutuyu ve daldım hemen içine ama doğrusu aşağıya indirmeye korktum. Gel zaman git zaman kutunun içeriği hakkında bilgi sahibi olunca masumane bir tavır içinde yapabildiğim kadar belli etmemeye çabalayarak sorular yöneltmeye başladım anneanneme. Cin gibi bir kadındı mübarek. Böyle bir soru yöneltip açıklama beklerken birden “sen Ahmet dayının kutusunu karıştırma bakayım” demez mi. Neyse iş meydana çıkınca olayın seyri daha bir kolaylaştı, sorular daha rahat sorulur oldu, kutuyu ziyaret sıklaştı ve bendeniz numara çevirmek zahmetinden kurtuldum.
Bir gün Ahmet dayı kardeşini ziyarete geldiğinde bendeniz bir ara tavan arasına fişekledim ve kutudan kaptığım balık benzeri uzun kurşun parçasını alıp dayının karşısına dikildim. Tombul yanaklarını sıvazlayarak “ ooo sen işi büyütüyorsun” dedi. Tabii hiç anlamadığım bir tarzda hitap bu deyiş. Biraz şaşaladım, utandım ve soracağım sorudan vazgeçtiğim anda, Ahmet dayı, bu zoka çok eskidir Rahmetli Zari Reis’ten almıştım deyiverdi. Zari Reis de kim? Hoppala ben ismini bile o anda öğrendiğim zokanın yanında bir de Zari Reisi sormak zorunda kalacağım için daha da sıkıldım, bozardım. Ahmet dayı uzanıp elimdeki zokayı aldı ve şöyle bir süzdü. Hafifce gülümsedi ve “Feride hatırlar mısın rıhtımdan, kayıkhaneden topladığımız balıkları” diyerek oldukça eski yıllara giden hayallere daldı.
Zari kimdi dediğimde, “sen iğneci Nıvart hanımı bilmiyor musun”? sorusuyla karşılaştım. İğneci Nıvart’ı kim bilmez. Az tokalamadı iğneleri kaba etimize. Biliyoruum cevabıma karşılık “işte onun babası Zari Reis” diyerek reis hakkında ilk açıklama yapılmış oldu. Zari Reis Boğaz’ın usta balıkçılarından biriymiş vaktiyle. Uzatma ağcılığı, alamana, ığrıp takımları varmış. Anadoluhisar’ın saygın eşrafından bir Ermeni vatardaş. Kızları Nıvart, ve adını hatırlayamadığım kız kardeşi. İğne yapmanın dışında evi ziyaret eden misafirler arasında kaç defa görmüşlüğüm var o iki kardeşi. İğne oyaları, işlemeler yaparak geçinen iki kız kardeş. İşte Zari Reis’le kızları vasıtasıyla biraz daha yakından tanışmış oldum. İyi de zokadan bahis hâlâ açılmadı dayı diyemedim tabii. Ben bahsi açamadım ama o açıverdi. Bunun adı seğirtme zokasıdır. Palamut, torik, kofana avlamakta kullanılır diyerek uzun kurşun parçasının işlevini açıklayıverdi. Saydıklarını benim avlamam o gün için mümkün değil. Etin ne budun ne? Sen kimsin de o saydığı balıkları yakalayacaksın? İzmarit, istavrit, çurçur, kayabalığı senin avlayabildiklerin.
Bu zoka var ya efendi; Hikâyesini anlatayım sana. Torik corumunda zokam koptu ve yakınımdaki sandalda seğirtme yapan Zari’ye seslendim “fazla zokan var mı”? diyerek.” Bekle şunu alayım içeri, vereceğim zokayı” dedi. İçeri aldığı torik kıçaltını boylayınca baş ambara uzanıp kutudan aldığı bu zokayı, iki kürek o iki kürek ben tabancalayarak yaklaştığımızda, uzatıverdi. Tabancalamak tabiri küreklerin denizin dibine doğru yöneltilerek dikey olarak, bilek hareketiyle bir sağa bir sola çevrilerek sandalı yan istikametinde hareket ettirmenin tarifidir. Dayı “Zokayı aldım oltaya bağladım ve ava devam ettim. Bunun bağlı olduğu oltayı da görmüş olmalısın” dediğinde cevabı yetiştirdim hemen. Güveler yemiş at kıllarını, kılların hepsini toplayıp kutuyu temizledim dedim. Feride bak ne yapıyor bu çocuk diyerek başımı okşadı ve zamanı gelince sen de kullanırsın belki bu takımları diyerek kutuyu sahiplenmemi onayladı. Bu onaylama anneannemin, zaman içinde gevşemiş olan, kutu muhtevasını ellememe emrinin de kısmen ortadan kalktığının nişanesiydi. Kopan zoka nereye gitti, neden koptu sorularına cevaplar biraz sonraki açıklamanın içinde derinlerden yüzeye çıkıverdi.
Ahmet dayı İstiklal madalyalı bir kahramandı. Kurtuluş savaşı ve öncesinde istihbarat çalışmaları ile bu madalyayı hak etmiş. Annemin babası Mehmet Ali bey de Çanakkale ve Kurtuluş savaşı sırasında çok hizmeti geçenlerden biriydi ve onun anlatımına göre Ahmet dayı Ankara’ya ilettiği bilgilerle Osmanlı İstanbulu’nun durumunu, işgalci yabancıların faaliyetlerini ve planlamalarını aktararak kurtuluşa büyük hizmet etmişti. İşte böylece zoka hikâyesinin bir tarafı bu ülkenin kurtuluşunda hizmeti geçenlere kadar ulaştı.
Gelelim zokanın tarihçesine. Kuzey komşumuz olan kocaman ülkenin kurtuluş savaşı öncesindeki adı Rusya. 1917 de orada bir ihtilâl oluyor ve malum, yönetim kökten değişiyor. Eski yönetime sadık olanların ülkeyi terk etmesi zorunlu hale geliyor ve binlerce, belki yüzbinlerce insan buldukları her türlü imkân ve vasıtayla ülkelerini terk ederek kaçıyorlar. Kaçanların bir bölümü Karadeniz’i takalarla, kaba kayıklarla geçerek bizim ülkeye ulaşıyorlar ve genellikle hepsi İstanbul’a akıyorlar. Aynı yıl ve aynı mevsimde İstanbul denizden gelen yüzbinlerce palamut torik kofana gibi iri ziyaretçi balıkları da ağırlamakta.
İşte “Feride hatırlar mısın” sorusunun ve ardından gelen, kopup denizin dibini boylayan ya da toriğin damağında takılı kalan zoka sorularının cevabı böylece kısmen verilmiş oluyor. 1917 yılı balıkçılık bakımından oldukça verimli geçen bir yıl. Karakin Deveciyan üstadın Balık ve Balıkçılık kitabında da belirtilmiş bu durum o yıl için. Şimdi gelelim şu torik zokasına ve diyelim ki; Bu zoka 1917 yılında Zari Reis tarafından Anadoluhisarı iskelesinin biraz kuzeyinde kıyıdan yaklaşık yüz metre açıkta, bendenizin büyük dayısı Ahmet Bedii beye verilmiştir. Ahmet Bedii bu zokayla bilmiyorum kaç torik, sivri, kofana avladı? Kaç yıl kullandı? Meçhul. Ama bilinen bir durum var ki 13 yaşımdan bu güne kadar bendenize emanet edilmiş durumda. Emanete hıyanet edilmez sözümüz vardır bilirsiniz. Yıllarca balıkçılık yaptım ve bu zokayla sayısını bilmediğim kofana, sırtıkara, zındandelen, torik, sivri, peçuta tuttum. Boğazın hemen her bölgesinde, Galata Köprüsü’nün kestiği Haliç ağzında, Haydarpaşa Mendireği açığında, balıkçılar arasında Dike ismiyle bilinen Salıpazarı antrepoları önünde… Her tuttuğum balıktan sonra mutlaka bedeni elden geçirir ve yarasının olup olmadığına bakardım. En küçük bir ezilme, üzülme gördüğümde bedeni değiştirirdim. Zaten bu ağırlıktaki bir zokada 0.60 numaradan ince beden kullanılmaz. O kalınlıktaki beden de kolayca hırpalanmaz. Kutuda, güve yenikli at kılı takıma bağlı olduğu sırada dokuz kat kuyruk kılı olan bir bedene bağlıydı. Oltası da İngiliz sicimiydi. Sicim rengi itibariyle göründüğü için olta olarak bağlanır ama siyah at kılı pek görünmediği için de beden olarak bağlanır. İşte size 100 yıllık bir zoka, fırdöndü, misina sarma kelebeği ile Boğaz balıkçılığı anısı.
Boğaz balıkçılığından söz açılmışken Balıkçı Ahmet bey’den bahsetmemek olmaz. Kendine özgü ağ modelleriyle ığrıp takımlarını çalıştıran Ahmet bey özellikle ikinci dünya savaşına doğru sürüp giden yıllarda balık ihracatı yapacak seviyede balık istihsali yapan biri. O biri değerli ve sevgili eşimin büyük babası. Zamanında Ahmet beyin malta taşından oyulan zoka döküm kalıpları çok meşhur olmuş. Bendeniz de o zoka kalıplarından kendime çeşitli boyda sarımsak dişi biçimli zokalar ile lüfer hamsi balığı görünüşlüğü yünlü zokaları dökmüştüm. O yünlülerden biri hiç kullanılmamış halde kutumda duruyor.
1964 yılı sandalımı yaptıralı bir yıl olmuş. Bu sandaldan önce başkalarının sandal, bot, kayıklarında ya da karadan denize atılan yünlü olta takımlarıyla avlanırken artık kendi başıma buyruk olarak avlanabiliyordum. Amatörlük devri zaten 3 yıl önce bitmiş, profesyonellik sürüp gidiyorken Ahmet dayının seğirtme zokası bir ilke damga vurdu. O yılın ilk iki toriği bendeniz tarafından Boğaz’da avlandı.
Bu, oltası hariç, yüz yıllık seğirtme takımı, ilk palamutu tuttuğum yünlü zokası, belki yüzleri bulan sayıyla iri balık avladığım torik yemli zokası ile eşlerini uzun yıllar boyunca eskittiğim ama bir örneği hiç kullanılmadan kalan Ahmet Zarif bey kalıbının yünlü zokası, artık Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’na ait olmalı. Vakıfta daha güvence içinde, örnek bir takım dizini olarak, görsel vazifesini sürdürebilir. İçinde bulunduğumuz balıkçılık uygulamaları süreci bu seğirtme zokasının ve eşlik eden diğer zokaların büyüklüğü itibariyle avlanmada kullanılacak takımlar olmaktan çıktığını gösteriyor. Avlanan balık boyları yıldan yıla, alınan önlemlere rağmen, giderek küçülmekte… Bilime saygısızlık balıkçılığın sürdürülebilir olmasının önünde en büyük engel. Denizlerin potansiyel varlığı giderek düşerken varacağımız sonuç hüsran.
Palamut torik isimleriyle yetinmeyip küçüklerine büyüklerine değişik isimler verilmesi zenginliğin işaretiyken günümüzde kestanelerin tezgâhlarda satışa çıktığı zaman tutulan kestane palamutu, ekim ayında palamut olarak satılıyor. 40 santim boya ulaşmış palamutlara torik deniyor. 30 santim boya ulaşan lüferin adı oldu kofana. Kofana azmanı sırtıkara ile sivri azmanı peçutayı bendeniz 30 yıldır görmüyorum. Gençlerimizin bunlar hakkında bilgisi, görgüsü olmamasını olağan karşılamalı. Parmak boyunda çinakop ve bir karışlık vanoz lüfer ve palamut hakkında fikir vermeye yetişiyor. Nerede kaldı büyükleri görmek! Eyvah derim bu gidişe.
Hikâyemizi sonlandırırken Rahmetli Zari Reis, Ahmet Bedii bey, Mehmet Ali bey, Feride hanım, Ahmet Zarif bey, faytoncu Hasan efendi, balıkçı kardeşler Faruk ve Nevzat ağabeyler, Kostarikalı Mehmet; mekanınız salim ve mahfuzdur. Hatıranız artık benden başkalarına da malolmuştur.
Asaf Ertan Kasım 2017